Quantcast
Channel: Coşkun Çokyiğit
Viewing all 176 articles
Browse latest View live

Bir de rüya yorumculuğu tarafımız var!

$
0
0
Sinemanın 100. Altın Portakal'ın 51. yıldönümü özçekimi
Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel imzalı, festival davet metni, okuduğum en
ilginç davet mektuplardan biri. Şöyle başlıyor: "Gelenekten Geleceğe söylemiyle yola çıkan, yerelden evrensele yenilikler ve ilklerle hayata geçecek 51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, 10-18 Ekim 2014 tarihleri arasında perdelerini açıyor. Yarım asırlık tarihinin büyüsüyle Türkiye sinemasının ‘yaşayan belleği’ niteliğini koruyan Antalya Altın Portakal, 51. yılında bugüne kadar onu var eden her değere sahip çıkarak geleceğe uzanırken gelenekten güç alarak eskisinden de etkili bir festivalin temellerini atıyor.


Baba'nın yönetmenine
soru sorarken: konuk!
“Gelenekten geleceğe, yerelden evrensele, eskisinden daha etkili bir festival, tarihinin büyüsü, yaşayan bellek, onu var eden her değere sahip çıkmak” gibi seçilmiş cümleler, Menderes Türel’in 2004 yılında başlattığı ancak 2009 yılında yarım kalan “Antalya’ya yakışır, modern ve etkili festival” iradesini yansıtıyor. Anlaşılan o ki, bu heyecan, hiç dinmemiş! Türel, yeniden işbaşına gelir gelmez film festivaline daha önce verdiği değerle aynı ama bu sefer sağlam bir kavrayışla desteğini sürdüreceğini İstanbul’da bizzat ilan etmişti.

Mektubun bir diğer bölümü de şöyle: Avrupa’nın en uzun soluklu film festivalleri arasında yer alan ve ülkemizin en önemli kültür sanat etkinliği olan Antalya Altın Portakal, Türkiye sinemasının küresel başarılara imza attığı ve Türkiye sinemasının 100. yılını kutladığımız 2014’te gelecek nesillere emanet edeceği bir festival kültürü yaratıyor.

Rüya anlatan bir başkan
beklemekten yorulmuş
muyum ne?
 
Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin, Başkan Türel’in hayal ettiği, rüyasına gördüğü bir festivale dönüşmesinde hiçbir mani yok gibi görünse de bu yolun çok çetin, dikenli ve zor olduğunu kendisi de bizler de iyi biliyoruz. Başkan’a bütün festivali içerik ve biçim olarak izledikten sonra bu sütundan kendisini hiç yanıltmadan düşüncelerimi yazma sözü veriyorum.

Şimdilik elimden bu kadarı geldiği için. Çünkü Türel ve onun gibi ruh dünyalarımız, rüyalarımız ve gelenek gelecek arasında köprüler kurma sevdamız üç aşağı beş yukarı aynı olan yetkililer, bizleri bugüne kadar hep seyirci, izleyici, konuk olarak davet ettiler. Oysa bizim bir de rüya yorumculuğu tarafımız var!

Başkana bu çetin yolda, feraset, aydınlık ve başarı diliyorum.




Hollywood tipi Haçlı Sineması örneği: Dracula Untold

$
0
0
Kanuni'yi Balkanlar'da acemi oğlanı
toplanışını izlerken gösteren bir minyatür.
1100 yılından itibaren Marmara denizi üzerinden, Anadolu, Suriye, Kudüs ve Mısır’a doğru uzanan 'hat'ta, 350 yıl boyunca süren bitmez tükenmez Haçlı seferlerinin önündeki tek engel,  Orta Asya’dan gelip bu coğrafyayı tavattun eden Türkler olmuştur. 1075 yılında İznik Başkentli Anadolu Selçuklu Türk devletini yıktıktan sonra Anadolu topraklarında yeşeren “Selçuklu Barışı”nı da yerle bir eden Haçlılar, Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü geri almasından sonra bile durmamışlar ve bütün bu coğrafyayı tıpkı bugün Avrupa Birliği ve ABD’nin el ele vererek bir savaş çöplüğüne döndürüş gibi perişan etmişlerdir. Ta ki, Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethedip, Haçlıları Doğu Avrupa’ya sürmeye başladığı zamana kadar…
15. Yüzyıl Batısı, hurafelerin, korkuların, yalanların, dini kandırmacaların, siyasi şarlatanlıkların, feodal zorbalıkların vatanıydı. Bütün Avrupa Engizisyon sorgucuların cadı avıyla çalkalanıyor, sapkın Hristiyanlar ve Yahudilerin ateşe atılarak yakılması suretiyle “kebapçı dükkanı gibi tütüyor” ve kıta Karanlık Dönem” yaşıyordu. Türk Hakanları ise çağlarının en iyi sivil ve askeri eğitim almış liderleri olarak feodal zalimliğe karşı daha adil bir düzenle toplumları kendi din, dil, mezheplerine göre “milletlere” ayırıp görece özgür bırakarak bir “Osmanlı Barışı” kurmaya çalışıyorlardı.  
Türkler, son Haçlı Seferi’ni II. Murat komutasında Varna’da tarihe gömmüş, Haçlı saldırganlığını ta Macaristan, hatta Almanya’ya kadar sürmüş, Batı Roma’yı fethedecek duruma gelmişti. Papalığın, feodalizmin demir yumruğu altında ezilen cahil ve yoksul insanlara dini merhametle yaklaşmak yerine onları Cennet tapusuyla istismar etmesi işin bir başka boyutuydu.
Prof. H. İnalcık'ın kapağına
koyduğu hilal madalyonun
üzerinde, 
"Papacı 
olacağına Türk ol!"
yazmaktadır.

En çok bel bağladıkları en yüksek dini otoritenin ikiyüzlülüğü karşısında, adil Türk idaresinin ışıltısına kapılan mağdurlar, “Türk olmak” gibi bir yolu seçiyor veya en azından Türk egemenliğini Papalığa, feodal prenslere veya diğer otoritelere tercih ediyorlardı. Ta Osman Gazi’nin silah arkadaşlığını tercih eden Gazi Köse Mihal Bey’den beri “Türkleşenler” veya Türk’e muhabbet duyanlar ise Batılı din adamları, feodal prensler ve diğer güç odaklarını korkutuyordu.
Bu yüzden bilhassa dini bir söylem kullanılıyor, Türkler şeytanın askerleri aşağılaması ile nitelendiriliyor, Türk olanların (İslamiyet’i seçenler Türk’leşmiş kabul ediliyordu) cehennemde yanacak lanetlenmiş kâfirler oldukları gündelik dilden edebiyata oradan da felsefeye kadar yer bulabiliyordu (Bu konuda geniş bilgi için: Onur Bilge Kutlu, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi ile Batı Edebiyatında Oryantalizm –I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). Günümüzde Haçlı edebiyatı olarak nitelendirilen bu dil, öteki yaratmak için bulunmuş ve sonuna kadar kullanılmıştı (Bak: Daniel J. Vitkus'un “Othello'da Türkleşme Olgusu: Mağripli'nin Dönüşümü ve Lanetlenişi, Çev: Çeviri: Burç İdem Dinçel. web adresi: http://www.journals.istanbul.edu.tr/iutiyatro/article/viewFile/1023016191/1023015362).
11 Eylül’den sonra  “Kutsal ağaç, kutsal kazık” anlamındaki yine bir ‘dini imge’den yola çıkarak isimlendirilmiş Hollywood sineması, aynı ‘dil’i bir kere daha devralarak sinemaya taşımış bulunuyor. Kelimenin tam manasıyla Orta Çağ feodal egemenler ve ötekileştirici dini literatürdeki söylemi kastediyorum. Hollywood bu dili önce genel anlamda İslamiyet, İran ve selefi Müslümanlar için kullandı. Pek çok filmde, Müslümanlar ötekileştirildi. Açıkça terörist ve düşman ilan edildi. Bu sanatın arkasına gizlenmiş örtülü ifadelerle ima edilen bir bilinçaltı çalışması değildi. Doğrudan bir ifadeydi… Nedenini hala anlayamadığım bir sebepten dolayı kimi fevri çıkışlara rağmen Türkler bu söylemin dışında tutulmaya çalışıldı. Bazı dizilerde, filmlerde çok küçük göndermeler olsa bile bunlar mesela Şiî İranlılar ve Selefiler uygulanan dilden farklıydı. Ama işte sonunda Holywood, uzun zaman içinde tuttuğu Türk düşmanlığı zehrini salıverdi. Tıpkı Drakula: Untold’da mağarada saklanan Master Vampire gibi…

Drakula Untold'un yaratıcıları 
acemi mi, kötü niyetli kişiler mi?

Drakula Untold’un hikâyesi, Vlad Drakul ve Sultan II. Mehmet gibi iki gerçek tarihi karaktere dayanıyor. Yardımcı karakterlerden Hamza Bay de (Paşa) öyle. Doğrudan gerçek karakterleri gerçek isimleriyle anıyor, ancak öykünün devam eden macerası içinde sinema sanatını bir yalanlaştırma makinesine dönüştürmekte beis görmüyorlar. Fatih sultan Mehmet Gebze’de, otağında eceliyle öldüğü halde, filmin finalinde Drakula onu boynundan ısırıyor, kanını içerek öldürüyor. Bu ırkçı ve kindar ve nefret içeren öyküleme hangi hakla sanata mal edilebiliyor anlamak güç? Diğer yandan Vlad Drakul (filmdeki adıyla Kazıklı Prens), kendi milleti dahil olmak üzere her türden insanı işkenceyle katletmekten zevk alan, “dini fanatizm ve patolojik zalimliğin” pençesindeki bu hasta adam, Hz. İsa’nın Çile’sini yüzyıllar sonra yeniden yaşayan bir masum gibi gösteriliyor! 

Prens Vlad, filmde, acınacak derecede anokronik yani ultra modern ailesi ve devlet erkânı ile şatosunun salonunda Paskalya’yı kutlarken Hamza Paşa (Bey) tarihi gerçeklere aykırı olarak tolgasını çıkartıp bir er gibi elinde tutmuş halde (Bir başka görüşmede Türk elçiler, başlarını açmadan görüşmeye girdikleri için Vlad onların sarıklarını üçer çivi ele kafalarına çiviletmiştir!) geliyor, 1000 çocuk, Valad’ın oğlu Ingeras ile yıllık haracı istiyor. Prens Vlad, karısının şiddetli itirazları yüzünden oğlunu ve tabii diğer çocukları vermekten imtina ediyor. Sonraki bir sahnede Hamza Bey ve yanındakileri hem de tek başına kılıçtan geçiriyor. Bundan sonra başına gelebilecekleri bildiği için bir dağın tepesinde tesadüfen yerini öğrendiği “Master Vampire”in (Charles Dance) kendisini ısırmasını sağlıyor. Ustası ona üç gün boyunca insan kanı içmediği takdirde hayatına normal bir insan gibi devam edebileceğini söylüyor. Vlad, Fatih’in ordusu kapıya dayandığı için bu perhizi yerine getiremiyor. Eşinin kanını içiyor. 


Üç gün sonra yeniden hayata dönüyor ama artık bir Drakul (Şeytan) oluyor: Hz. İsa’nın bedenini kuzuları için feda etmesini Vlad’a yükleyerek onu da ailesi ve halkı için kendini feda eden bir kahramana gibi gösterme histerisi karşısında bilinçli seyircilerin küçük dilini yutmamasına imkân yok. Dünyanın geçmişinden ve nereye gittiğinden bihaberler zaten bu anlattıklarımın hiçbirini dert etmez. İçten içe milli kültüre düşman olanlar ise mesela entel eleştirmenler, bu filmi sadece sinema tarihi bağlamında değerlendime darlığı ve sığlığına bilerek düşerler! Sözün kısası bu sahne, sinema sanatı için apaçık bir zorlama olduğu gibi dine hakaret olarak algılanmalıdır.
Bir Resulün, kutsal kitaplara girmiş hikâyesini alıp Şeytan’a dönüşen bir zalim için kullanmak gibi din dışı, akıl dışı, tarih dışı aynı zamanda sanatın tahammül sınırları dışında iş yapan bu üçlünün, sinema eleştirmenlerince tıpkı Drakula gibi lanetleneceğini umarak tarihi gerçeklere dönmek istiyorum.

Ancak ondan önce şunu belirtmekte fayda umuyorum: Tüm film boyunca kötülüğün, felaketlerin, zulmün, zalimliğin, ahlaksızlığın sebebi olarak doğrudan Türk kelimesinin kullanılması, film ekibinin, Drakula Untold’u sinema sanatı yapmak için değil, bir ulusu kötülemek, aşağılamak üzere yaptığını apaçık biçimde gösteriyor. Yukarıda da belirttiğim gibi Haçlı Edebiyat diskurunu devralan Hollywood ekibi, aslında filmin adını Drakula Untold olarak seçerken de aynı Haçlı kafanın emrinde görüyor. Untold, İngilizce “söylenmemiş, anlatmamış” manalarına gelen bir kelime. Ekibin bugüne kadarki Drakula filmlerinde anlatılamayanın, söylenmemiş olanın bir Master Vampire olduğunu söylemeleri ise hiç inandırıcı gelmiyor.


Bram Stoker, aşağıda Norman Davies’den naklettiğim kısımda da görüleceği gibi, çok erken dönemde kitaplara geçen Vlad Drakul’un hikâyesini araştırırken Osmanlı ve İngiliz’ler arasında çift taraflı casusluk yaptığı bugün apaçık ortaya konulan Armin Vembery gibi pro-aktif adamdan etkilenmiş görünüyor. Üstelik Drakula romanının üçüncü kısmında Kont Drakul, Jonahthan’a çektiği nutukta ülkesinin pek çok ulusça istila edildiği belirtiyor. İşte film ekibinin kötü niyeti diyebileceğim tutumu burada da kendini gösteriyor. Türk soylu olsun olmasın Drakula’nın bahsettiği, bütün zamanlar boyunca Eflak’ten gelip geçmiş bütün kavimleri Türk isminde birleştirerek belirli bir zamanı, belirli bir milleti yani Türker’i ve çağ açmış bir Türk Hakanı olan Fatih Sultan Mehmet’i aşağılamış oluyor!
Tüm dünyada izlenecek bu film boyunca kötülüğün geçtiği her yerde tekrarlanan Türk isminin dünya seyircisi üzerinde bırakacağı etkiyi düşünün!

Tüyler diken diken oluyor!

İşin bir diğer üzücü yanı ise bu filmin Türkiye’de gösterilmesinden milliyetçi-muhafazakar çevrelerin hiç mi hiç etkilenmemiş görünmesi. Sosyal medyada klavye silahşorluğu ile vakit geçiren ve artık diji-kafalı muhafazakarlara dönüşenler, en azından sanal ortamda bile filmin içerdiği kötü fikri ve aşağılamayı deşifre edebilirlerdi. Nerede?

ALTYAZI
Vlad Drakul, Kazıklı Voyvoda, Vlad Tepeş… 
Tarih kitaplarına geçen pek çok ismi bulunan 
bu zalim despotun gerçek karakteri nedir, 
bunu büyük bir Osmanlı tarihi yazmış olan 
Alman tarihçi Hammer’den aktarayım:

Hammer Tarihi’nden

Kazıklı Voyvoda, Vlad Tepeş,
Vlad Drakul vs vs...
“Padişah, Trabzon seferinden döner dönmez, Eflak Voyvodası Vlad tarafından harp meydanına davet olunmuştur. Bu voyvoda, mahir ve gaddar bir zalimdi. Macristan, Eflak ve Türkiye vakayinameleri –korkunç tabiatını oldukça gösteren- üç muhtelif nam ile yâd ederler. Vlad, Macarlar tarafından umumiyetle “Drakul – Şeytan”, Ulahlar tarafından “Çpelpuç – Cellat”, Türkler tarafından “Kazıklı Voyvoda” diye isimlendirilmiştir. Yılanca vahşeti hakkında bir fikir hâsıl etmeye kifayet etmek üzere, şu birkaç vakayı nakledeceğiz:
En sevdiği gösteri, kazık işkencesi idi; bilhassa kazıklara vurulmuş ve işkencelerle can vermekte olan Türklerin teşkil etmiş oldukları kalın bir dairenin ortasında sarayının halkıyla birlikte yemek yemekten pek büyük haz duyardı. Eline Türk esirleri geçince, ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile ovuşturulmasını ve ondan sonra elem ve azabın artması için keçilere yalatılmasını emrederdi. Kendisine gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak kendilerini tanıtmak protokolünden istinkâf etmeleri ile babalarının adetlerine uygun olarak ve daha kuvvetli bir surette başlarında durması için sarıklarını üçer çivi ile başlarına çaktırmıştır.

Vlad'ın yerken manzarası
Bir gün memleketin bütün dilencilerini büyük bir ziyafete çağırarak, iyice doyurduktan sonra, sofra masasını ateşe verdirip hepsini yakmıştır. Bir defa da bir takım zavallı kadınların memelerini kestirerek, onların yerine çocukların başlarını kestirip yapıştırtmıştır. Çocukları validelerinin ateşte kızartılmış etlerini yemeye zorlamıştır. İnsanların sebze gibi doğramak ve çömlek içinde pişirip kaynatmak için hususi usuller icat etmiştir. Bir gün eşek üzerinde tesadüf ettiği bir papazı, eşekle beraber kazıklatmıştır. Başkasının maline el dokundurulmamasını va’zetmiş bir rahip, sofrada Drakul’un kendisine ayırdığı bir ekmek parçasını almış olmasından dolayı, hemen orada kazığa vurulmuştur.
Sevgililerinden biri kendisini yanlışlıkla hamile zannetmesi üzerine, canavar bizzat kadının karnını yarmıştır.
En büyük şenlikleri birçok adamları birden işkenceye koymaktı. Lisan öğrenmek için Eflak’e gönderilmiş olan 400 Macaristan ve Transilvanya delikanlılarının hepsini birden ateşte yaktırmıştır.
600 Bohemya tacirini Pazar yerinde kazığa vurdurmuştur. Asilzadegandan kedisine şüpheli görünen 500 kişi –bulundukları kazadaki ahalinin doğru bir defterini vermemiş oldukları bahanesiyle- yine kazığa oturtulmuşlardır.
Fakat bunların cümlesi, Osmanlıların aleyhindeki muharebesinde Bulgaristan ahalisi hakkında yapmış olduğu katliama nispetle hiçbir şey hükmündedir.
Bu kan dökücü, Eflak hükümetine Sultan Mehmet’in yardımı ile nail olarak, erkek, kadın, çocuk 20 binden ziyade insanın az vakit içinde telef edilmesi suretiyle kuvvetini teyit etmişti. Padişah onun mezalimi için değil, Matyas-Korvinos’a elçiler gönderdiği ve hazineye senelik 10 bin duka vergiyi tediyye hazır olduğunu beyan ederek ve fakat bundan başka talep olunan 500 delikanlıyı göndermekten ve ve bizzat Bab-ı Hümayun’a gelmekten imtina etmiş olduğu için hükümetini yıkmak istiyordu.
Vlad’ın ele geçirmesine müsait bulunmuş olan Eflak’ı da onun biraderi Radul’e vermek arzusunda idi. Bu Radul, kardeşinin hükümetini alabilmek için II. Mehmet’in menfurca arzularına teslimiyet göstermek şenaatinde bulunmuştur. Padişah Radul’u en ziyade şunun için severdi ki, delikanlı evvela elindeki kılıçla kendini müdafaa etmişti. Fakat ikbal hırsı sonraları II. Mehmet’in açıktan açığa mahbubu olmasına karar verdirmiştir. Vlad’ı itaat altına almak için, Padişah evvela –II. Murad’ın şarapdarı olup daha sonraları donanma kaptanı ve Mora valisi ve en son olarak da Vidin Valisi olan- Çakırcı Hamza Paşa’yı- ve eskiden Katabolinus ve şimdi Yunus Bey denilen Rum’dan dönme kâtibi ile beraber gönderdi. Bu iki adam Voyvodayı bir görüşmeye davet ettiler. Maksatları hile ile kendisini ele geçirmek idi. Vlad ise niyetlerini keşfedip maiyetleri ile beraber eline geçirerek ayaklarını ve ellerini kestikten sonra, hepsini kazığa vurdu; fakat Paşa’ya şerefli bir mevki verdi: yani diğerlerinden daha yüksek bir kazığa vurdurdu.
Drakul, bu imtiyazı eskiden kendi maiyetinden biri hakkında da kullanmıştı. Bir yaz günü kazığa vurulmuş birçok insanlarını içinden yayılan kokuya nasıl tahammül ettiğini sormuştu; Voyvoda onu derhal –kokudan mustarip olmasın diye- daha yüksek bir kazığa vurdurmuştur.
Kazıklı Voyvoda, Padişah’ın teşebbüsüne hiddetlenerek Hamza Paşa ile Yunus Bey’in idamından sonra, Bulgaristan’ı istila suretiyle hasımlık göstermeye başladı. Memleketi harap ettikten, yolu üzerindeki kasaba ve köyleri yaktıktan sonra –arkasında 25 bin esir bulunduğu halde- Tuna’dan geçerek Eflak’a döndü. Sadrazam Mahmut Paşa, elçinin feci ölümünü ve Bulgaristan’ın tahribini arz etmeye geldiği zaman II. Mehmet, bunun ilk hiddeti ile Mahmut Paşa’ya vurmuştu.
Sultan Mehmet, derhal İstanbul fethindeki miktara muadil olarak 250 bin tahmin olunan ordusunu toplamak için bütün vilayetlere Tatarlar çıkarttı. Sadrazam 200 bin kişiyle Tuna üzerine ilerledi. Padişah vuku bulan tahkirin intikamının alınmasında bizzat bulunmak isteyerek, 25 kadırga ve 150 diğer gemi ile Karadeniz’i geçip Vidin’e kadar Tuna’dan yukarı çıktı. O zaman geniş ticaretiyle çok meşhur olan İbrail ile Osmanlı askerlerinin güzergâhında bulunan şehirler kül haline geldi. 
Drakul, Eflak kazaları kadın ve çocuklarından bir takımını Praşova’ya (Kronştad), bir takımını memleketi örten eden ormanlara gönderdi. Ordusunu ikiye böldü. Birincisini –Osmanlılarla ittifak ederek bir müddet Kilya’yı muhasara etmiş ve muvaffak olmaması üzerine Eflak üzerine atılıp, geçtiği yerleri kan ve ateşe gark etmiş olan- Moldovya prensi üzerine sevk etti. Yedi yahut 10 bin kişi kadar olan ikinci fırka ile de Osmanlı ordusuna karşı yürüdü. Drakul, kıyafet değiştirerek bizzat padişahın askeri arasına girerek, dikkatli bir keşiften sonra, bir gece baskını tasavvurunda bulundu. Türklerin gece vakti her ne olursa olsun yerlerinden kımıldamamak âdetinde bulundukları, Vlad’ı ümitlendiriyordu. Drakul’un süvarileri fenerler, fanuslar tedarik etmiş oldukları halde Osmanlı ordusunun üzerine saldırdılar. Türkler, bir heyecana tutularak hiçbir harekete muktedir olamıyorlardı. Vlad’ın maksadı, doğrudan doğruya padişahın çadırına gitmekti. Lakin yanılarak Sadrazam ile İshak Paşa’nın çadırlarına taarruz ederek insanlardan ziyade atları, develeri öldürdü. Bu sırada ise Osmanlı süvarileri atlanmış idiler. Eflaklılar Sultan’ın çadırına vardıkları zaman, Yeniçerilerin savunmaya hazır olduklarını gördüler. Aniden vuku bulan bu hücumun verdiği intizamsızlığa rağmen, Osmanlı ordusu harp saflarını korumaya muvaffak olmuştu. Sağ cenahta eski Mora Beyi Turhan’ın oğlu Ömer Bey, Evrenosoğlu Ahmet Bey, Mihaloğlu Ali Bey ile Malkoçoğlu Balı Bey bulunuyordu.  
Sol cenahta, Arnavutluk Beyi Nasuh Bey, Esved Bey, Mihal Bey’in diğer oğlu İskender Bey vardı. Her iki tarafça büyük bir zayiatı mucip olmaksızın sabaha kadar bütün gece karakol muharebeleri devam etti. Güneş doğarken Vlad ricat etti.
Evvelki gece muharebesinde Osmanlıların eline düşmüş olan bir Eflaklı, Sadrazam Mahmut Paşa’nın çadırına götürüldü, Esir, kendisine sorulan ilk suallere yeterli cevabı verdi; lakin Vlad’ın ne taraftan gelmiş, ne tarafa çekilmiş olduğu sorulunca bunları pek iyi bilirse de hiçbir vakit söylemeyeceği cevabını verdi; çünkü Drakul’un vahşetinden çok fazla korkuyordu. Ölümle tehdit olundu; bir şey söylememekte ısrar etti. Mahmut Paşa derhal tehdidini icra mevkiine koydu; lakin esirin idamı kararını söylediği sırada, bu adi nefer için hayretini izhar etmekten kendisini men edemeyerek; “Eğer bu adam bir ordunun başında bulunsaydı, mutlaka bir büyük şan kazanırdı.” Dedi.
Vlad sanki sihirli bir güç ile ortadan kaybolduğundan Mehmet, Drakul’un payitahtı üzerine yürüyerek, Eflak içinde ilerledi fakat payitahtı muhasara etmeksizin geçti. Bu şehirden az bir mesafede, bir nehrin suladığı ovanın başlangıcında kazıklarda bir orman teşekkül etmiş olduğunu görünce nefretini açığa vurmaktan men edemedi: yarım fersah uzunluğunda bir mesafe içinde –bir takımı kazığa vurulmuş, bir takımı çarmıha gerilmiş- yirmi bin Türk ve Bulgar bulunuyordu. Bunların ortasında ve diğer kazıklardan daha uzun bir kazık üzerinde –İpek ve erguvani en güzel elbisesini giymiş olarak- Hamza Paşa’nın cesedi hala seçilebiliyordu. Analarını yanında çocuklar görülüyordu ki, kuşlar bağırsaklarının üzerine yuva kurmuşlardı. Hammer Tarihi, Cilt 3.

Norman Davies'in Avrupa Tarihi'nden

Vlad
Drakula veya Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Eflak Prensi III. Vlad (1432-1476) tarihe acımasızlık efsanesi olarak geçti. Yakın zamanlarda sapıklıklarına eklenen cinsel vurgular kötü ününe ün kattı. Ama o, Romanya’daki doğum yeri Sighişoara ve Poenari ve Barn’daki şatoları halen ziyaret edilen tarihi bir kişiliktir. Eflak prensliği aşağı Tuna’nın sol yakasında kalır ve onun bağımlısı kabul eden Büyük Macar krallığı ile büyüyen, haraç ödediği Osmanlı İmparatorluğu arasında sıkışmıştır. 1443-1444 Varna Haçlı Seferi sırasında, o yeni yetmeyken, Osmanlı Padişahı II. Murad’a rehin olarak gönderilmiş ve mazur kaldığı belalar onun sonraki obsesyonlarının psikolojik kökeni olarak değerlendirilebilir.
Türklerin ceza olarak pala yani “sivri sopa” kullanmaları iyi bilinir (Davies pala konusundaki bilgisinin yanlış olduğunu bilmiyor!). Fakat III. Vlad’ın elinde korkunç bir terör aracına dönüşmüştü. İyice inceltilmiş ucuyla ince ve yağlı kazık kurbanın rektumundan sokulup ağzından öyle çıkartılırdı ki, ölüm günlerce gecikebilirdi. III. Vlad 1456’da, Türker’in İstanbul’u fethetmelerinden sadece 3 yıl sonra iktidara geldi ve kendini kâfirlere karşı direnen Hristiyan prenslerin savunucusu olarak gördü. Tuna’ya yaptığı bir sefer, söylendiğine göre ona, merhametle kafası kesilen ve yakılanlar dışında, kazıklanacak yirmi üç bin sekiz yüz seksen üç tutsak kazandırmıştı. Yurdunda iktidarı Eflak soylularının kitle halende öldürülmesiyle başlamıştı, herhalde yirmi bin erkek, kadın ve çocuk şatonun penceresi önündeki ormanda kazığa geçirtmişti. (M.Cazacu, “Il Potere, la Perocita, e la Leggende di Vlad III, Conte Drakula”, Storia (Firenze), iii, no. 15-16.
Drakula’nın Macak Kralı Matyas Corvin tarafından yakalanıp hapsedilmesi 1463’te Viyana’da Almanca bir eserin yazılmasına yol açmıştı: Gesehichte Dracole Wayde ve ortaya çıkan edebiyatın kaynağı bu oldu. 1488’de çıkan Rusçasını herhalde Korkunç İvanbiliyordu ve anlaşılan ondan yararlandı. Bu kitabın sayfaları bize Doğuda ve Batıda dinsel fanatizmle patolojik zalimlik arasındaki tuhaf bağlantıyı gösterir. İspanya Engizisyonu tutanakları veya İngiltere’de John Foxe’un “Book of Martyrs” (1563) kitabında anlatılan Mairan sorgulamaları, Eflak Vampir-prensinin yarattığı dehşetle aynı türden hastalığa aittir. 
(Norman Davies, Avrupa Tarihi, s: 489-290, İmge Kitabevi, 2. Baskı, 2011 , Ankara).

UNUTMADIM

$
0
0
Hayır, unutmadım
Işıl ışıl bahar aydınlığını
Elimde kağıdım, kalemim
Verdiğim sözler
Konduğu dala bir daha konmayan duygularım

Su içtiğim çeşmeler
Gözlerinde kaybolduğum kadınlar için
                                 düştüğüm tarihleri

Hayır unutmadım yaşamayı
Yaşıyorum!

Otto Preminger Seçkisi 35. İstanbul Film Festival'nde

$
0
0
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (IKSV) tarafından 7-17 Nisan tarihleri arasında Akbank’ın desteğiyle gerçekleştirilecek 35. İstanbul Film Festivali’ne geri sayım başladı. Festival, sinema tarihinin en özgün, en bağımsız ve en yaratıcı yönetmenlerinden Otto Preminger’i, ölümünün 30. yıldönümünde 10 önemli filminin yer aldığı özel bir bölümle anıyor.

Avusturya kökenli Amerikalı sinemacı Otto Preminger, önce Viyana ardından daha 20’li yaşlarında Broadway’de tiyatro yönetmenliğinden Hollywood’da sinemaya geçiş yaparak “kara film” türünü başlattı. “Korkunç Otto” gibi lakaplarla anılan, öyküleri ve karakterleriyle sınırları zorlayan ve tartışmalara konu olan Otto Preminger, karakteri de filmleri kadar mercek altına alınan bir figür. Yazılıp çizilenlerle despotik Avrupalı yönetmenlerin karikatürüne dönüştürülen, Jacquette Rivette’i 1954’te mizansen üzerine yazıp çizmeye iten mizansen ustası Preminger aynı zamanda da tabulara yer verdiği filmlerin gösterilmesi için girdiği hukuk mücadelesini kazanarak 1950’lerde sinemayı özgürleştiren bir öncü oldu.

35. İstanbul Film Festivali kapsamında Otto Preminger’i tanıma ve filmlerini yıllar sonra da olsa büyük ekranda görebilme fırsatı yaratacak bu özel seçki için, daha önce İstanbul Film Festivali’nin birçok özel bölüm ve etkinliğine afiş hazırlayan usta tasarımcı Yurdaer Altıntaş tarafından özel bir afiş de tasarlandı.

Festivalde, mesafeli yönetimi, uzun planlarıyla dikkat çeken, izleyicisinin zekâsına güvenini hep muhafaza eden Preminger’in 10 filmi izleyiciyle buluşacak. Kara film başyapıtı Kanlı Gölge / Laura, gelmiş geçmiş en önemli mahkeme dramlarından Bir Cinayetin Anatomisi / Anatomy of a Murder, uyuşturucu bağımlılığını ilk gerçekçi işleyen filmlerden Altın Kollu Adam / The Man with the Golden Arm, siyasetin koridorlarında korkusuzca gezinen Washington’da Fırtına / Advise and Consent, sinema dünyasına Jean Seberg’i keşif olarak sunan iki filmi Günaydın Hüzün / Bonjour Tristesse ve Aziz Jan / Saint Joan bu kapsamlı retrospektifte izleyiciyle buluşacak filmler arasında yer alıyor.

Yönetmenin gösterilecek diğer filmleri ise Twentieth Century Fox için çektiği son film olan toplumsal eleştirel kara film Kaldırımlar Bitince / Where The Sidewalk Ends, Marilyn Monroe’lu western “Bisiklet Hırsızları” uyarlaması Dönüşü Olmayan Nehir / River Of No Return, psikolojik gerilim Küçük Kız Kayboldu / Bunny Lake is Missing ve altı dalda Oscar adayı olan Kardinal / The Cardinal.


İstanbul Film Festivali ile ilgili tüm gelişmeleri; filmler, etkinlikler ve konuklarla ilgili bilgileri ve programa dair ipuçlarını sosyal medya hesaplarımızdan takip edin, herkesten önce haberdar olun.

facebook.com/istanbulfilmfestivali
twitter.com/ist_filmfest
instagram.com/istfilmfest/
istfilmfest.tumblr.com
youtube.com/user/iksvistanbul
#istfilmfest16

35. İstanbul Film Festivali Sinema Onur Ödülleri Verilecek Kişiler Açıklandı

$
0
0
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 7-17 Nisan tarihlerinde Akbank’ın destekleriyle gerçekleştirilecek 35. İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülleri sahipleri belirlendi. İstanbul Film Festivali tarafından sinemaya gönül ve emek veren isimlere takdim edilen Sinema Onur Ödülleri bu yıl beş değerli sanatçıya verilecek. 35. İstanbul Film Festivali Sinema Onur Ödülleri oyuncu Suzan Avcı, yönetmen Ülkü Erakalın, yapımcı Şeref Gür, oyuncu Perran Kutman ve seslendirme sanatçısı Jeyan Ayral Tözüm'e takdim edilecek. İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülleri, 6 Nisan Çarşamba gecesi yapılacak 35. İstanbul Film Festivali Açılış Töreni’nde takdim edilecek.

En sevilen kötü kadın Suzan Avcı
Yeşilçam’ın en parlak döneminin melodramlarında yardımcı rolleriyle izleyicinin sevgisini kazanan Suzan Avcı, Türk Sineması’nın unutulmaz portrelerinden biri oldu. Canlandırdığı kötü karakterleri, yuva yıkan ve vamp kadın imajıyla “en sevilen kötü kadın” Avcı, 1962 yılında oynadığı Şehvet Uçurumları filmiyle büyük üne kavuşmuştu. Suzan Avcı Muammer Karaca tiyatrosunda ilk kez adım attığı oyunculuk kariyeri boyunca 400’e yakın filmde oynamasına rağmen mağdur kadını neredeyse hiç oynamadı.

Yeşilçam’ın en üretken yönetmenlerinden Ülkü Erakalın
Ülkü Erakalın, konservatuar öğreniminin ardından 1950'li yılların sonunda başladığı yönetmenlik kariyeri boyunca Yeşilçam'ın en üretken sinemacılarından biri oldu. Sinemaya Lütfi Ö. Akad’ın asistanlığını yaparak başlayan yönetmenin ilk filmi, 1961 yılında çektiği Unutamadığım Kadın oldu. Beklenen Şarkı’dan Yıldızların Altında ve Çığlık Çığlığa Bir Sevda da dahil 200’e yakın filme imza atmış olan Erakalın aynı zamanda Duygu Film’de yapımcılık yaptı ve anılarını içeren dört kitap yazdı.

Yapımcılıkta bir ekol Şeref Gür
Ülkemizin uzun yıllardır bu alanda emek veren en verimli yapımcılarından Şeref Gür kariyerine Yüksek Ticaret Okulu’ndan mezun olduktan sonra, Hürrem Erman'ın sağ kolu, en yakın arkadaşı, aile dostu olarak 30 yıl çalıştığı Erman Film’de başladı. Sonraki yıllarda Hürrem Erman’dan da destek alıp 1978’de Şeref Film’i kurarak kendi filmlerinin yapımcılığını üstlenmeye başladı. 60 yılı aşan çalışma hayatında Lütfi Ö. Akad’dan Atıf Yılmaz’a sayısız yönetmene destek veren Gür, Türk sinemasının en önemli klasiklerinden Vurun Kahpeye'den Vesikalık Yarim'e birçok önemli filme yapımcı ve yürütücü yapımcı olarak imza attı.

Her nesli gülerken ağlatan Perran Kutman
İlk sinema deneyimini 1972’de Şehvet Kurbanı adlı filmle yaşayan Perran Kutman, Türk Sineması'nın klasikleri arasında sayılan Köyden İndim Şehire, Salak Milyoner ve Hababam Sınıfı serisinde rol aldı. Çeşitli oyun ve parodilerde Müjdat Gezen’le birlikte çalışan Kutman, seyircinin derin bir bağla özdeşleştiği karakterlerin unutulmaz portrelerini çizdi. 50 yıldır oyunculuğa hizmet eden, sinema ve tiyatronun yalnızca komedi dalında değil karakter oyuncusu olarak da en yetenekli kadın oyuncularından biri olan Kutman, başarısını Perihan Abla gibi güçlü karakterlerle televizyon ekranında da sürdürdü.

Yeşilçam’ın Sesi Jeyan Ayral Tözüm
Sanat yaşamına babasının teşvikiyle henüz üç yaşındayken başlayan seslendirme sanatçısı Jeyan Ayral Tözüm İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda çok sayıda oyunda rol aldı ve oradan emekli oldu. Çocuk yaşlardan itibaren yerli ve yabancı filmlerin seslendirilmesinde çalışan Jeyan Ayral Tözüm, 60 yılı aşan kariyerinde Türkan Şoray, Filiz Akın ve Fatma Girik gibi Yeşilçam’ın en sevilen yıldızlarının çok sevdiğimiz filmlerdeki tanıdığımız sesi olarak hafızalarda yer edindi. Tözüm, tiyatro sahnelerinde başladığı oyunculuğu ara vermeden sinema, radyo ve televizyonda da sürdürdü.

İstanbul Film Festivali ile ilgili tüm gelişmeleri; filmler, etkinlikler ve konuklarla ilgili bilgileri ve programa dair ipuçlarını sosyal medya hesaplarımızdan takip ederek herkesten önce haberdar olabilirsiniz.

facebook.com/istanbulfilmfestivali
twitter.com/ist_filmfest
instagram.com/istfilmfest/
istfilmfest.tumblr.com
youtube.com/user/iksvistanbul
#istfilmfest16

Gömülü Hazineler 35. İstanbul Film Festivali'nde

$
0
0
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (IKSV) tarafından Akbank’ın desteğiyle gerçekleştirilecek 35. İstanbul Film Festivali heyecanı yaklaşıyor. 7 Nisan’da başlayacak festival 35. yılında en yenilerden, gizli hazinelere, keşiflere ve iz bırakan filmlere seyircilerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalin bu yıl çok ses getirecek yeni bölümlerinden biri “Gömülü Hazineler” başlığını taşıyor. Alkan Avcıoğlu'nun küratörlüğünü üstlendiği bölüm, sinema tarihinin varlığı az bilinen, yasaklanmış, kaybolmuş, yıllar boyu izleyici karşısına çıkmamış veya literatürde adından hak ettiği kadar bahsedilmemiş filmleri gömülü olduğu yerden gün ışığına çıkartacak. Geç keşfedilen veya restore edilen kopyasıyla izleyici karşısına yeni çıkmaya başlayan bu filmleri festival kapsamında beyazperdede izlemek kuşkusuz unutulmayacak bir deneyim olacak.

“Akıllara durgunluk veren bir çalışma”: THE HOURGLASS SANATORIUM
Hayranları arasında David Lynch, Francis Ford Coppola ve Quay kardeşler gibi isimler bulunan Polonyalı yönetmen Wojciech Has hâlâ şiddetle keşfedilmeyi bekleyen usta bir yönetmen. Yönetmenin 1973 yapımı fantastik ve gerçeküstü sinemanın nadide örneklerinden biri sayılan filmi Sanatorium pod klepsydrą / The Hourglass Sanatorium bölüm kapsamında izleyiciyle buluşacak yapıtlardan. Zamanında Polonya’dan yurtdışına çıkarılması yasaklanan The Hourglass Sanatorium, gizlice gönderilen kopyasıyla 1973’te Cannes'da gösterildi ve Jüri Özel Ödülü kazandı. 2000'lerde kopyası Martin Scorsese sayesinde restore edilen filmle ilgili olarak Variety’nin efsane eleştirmeni Derek Elley "Akıllara durgunluk veren bir çalışma, Mahler’in bütün senfonilerinin bir araya toplanmasının sinematografik muadili" diyor. Film, babasını ziyaret etmek üzere sanatoryuma giden bir adamın oda oda gezerken karşılaştığı tuhaf karakterleri, gerçeklikle hayal dünyasını birleştiren anıları, hezeyanları, Polonya’nın geçmişinden imgeler ve sıra dışı müzik bandıyla benzersiz bir sinemasal deneyim sunuyor.

Psikedelik animasyon başyapıtı: BELLADONNA OF SADNESS
Eiichi Yamamoto’nun, sinema tarihinin en sıra dışı, cüretkar ve psikedelik animasyonlarından biri sayılan 1973 yapımı Kanashimi no Beradona / Belladonna of Sadness, bölüm kapsamında festival izleyicisiyle buluşacak. Fransız tarihçi Jules Michelet'in La Sorcière adlı kitabından uyarlanan bu tabuyıkıcı animasyon, köyün baronu tarafından tecavüze uğradıktan sonra şeytanla anlaşma yapan Jeanne'ın hikâyesini anlatıyor. Son yılların en önemli keşiflerinden biri olarak gösterilen Belladonna of Sadness, ilk çıktığı yıllardan bu yana uzun süre ulaşılamayan bir filmdi. 2015'te restore edilen bu sert film, nihayet yıllar sonra dünyanın pek çok ülkesinde ilk kez gösterilmeye başladı. Geçtiğimiz yıl Amerika’daki ilk gösterimini gerçekleştirdiği, en önemli fantastik film festivallerinden kabul edilen Austin’daki Fantastic Fest’de büyük ses getirdi. Japon animasyon sanatının en büyük kayıp başyapıtlarından olan bu benzersiz yapım, Japon anime-manga dünyasının “büyükbabası” Osamu Tezuka’nın yapımcılığını üstlendiği yetişkinlere yönelik “Animerama” üçlemesinin Eiichi Yamamoto tarafından çekilen son filmi. Hikayesini görselleştirmekteki yaratıcılığı ile dikkat çeken filmin benzersiz imgelem dünyası Ortaçağ tarot kartlarından Gustav Klimt’e uzanan geniş bir ilham yelpazesine sahip.

Yıllar sonra ilk kez beyazperdede: KILLER OF SHEEP
Amerikalı dâhi sinemacı Charles Burnett’ın hem ilk filmi hem ilk başyapıtı 1978 yapımı Killer of Sheep, Los Angeles’ta, Afrika kökenli Amerikalıların yaşadığı bir mahalledeki gündelik hayatı, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin izinden giden bir anlatımla gösteriyor. Düşük bütçeli ve amatör oyuncuların rol aldığı film, 1981’de Berlin Film Festivali’nde yarıştı ve FIPRESCI ödülü kazandı. Ancak müzik parçalarının telif sorunu nedeniyle hiç gösterime giremedi. Yıllar içerisinde kulaktan kulağa yayılarak Amerikan Bağımsız Sineması’nın kayıp efsanelerinden birine dönüşen film, 2007’de Steven Soderbergh’in filmin müziklerinin telif hakkını satın alması sonrası, çekiminin 30 yıl ardından nihayet ilk kez gösterime girebildi.Düz anlatıdan çok uzak, birbirine gevşekçe bağlanan vinyetlerin art arda aktığı film, yönetmen Burnett’in UCLA Sinema Bölümü’ndeki yüksek lisans bitirme tezi olarak çekildi, Filmi hem yazan hem yöneten Burnett aynı zamanda filmin yapımcısı, kurgucusu ve görüntü yönetmeniydi. Burnett’in filmi gösterilmeye başladıktan sonra Amerikan sinemasının kilometre taşlarından biri olarak kabul görmeye başladı. Amerikan Ulusal Eleştirmenler Birliği’nin “100 Temel Film” arasına seçtiği filmi, BBC ise 2015 yılında yayınladığı “En İyi 100 Amerikan Filmi” listesinde 26. Sıraya yerleştirdi. Killer of Sheep, sinemasal değerinin yanı sıra kenar mahallelerdeki gündelik hayata dair sunduğu benzersiz gözlemlerle belgesel bir anıt da sayılıyor. Burnett, bu filmdeki sinemasal yaklaşımıyla farklı yönlerden Cassavetes, Ozu, Altman gibi deha yönetmenlerle karşılaştırılıyor.

İstanbul Film Festivali ile ilgili tüm gelişmeleri; filmler, etkinlikler ve konuklarla ilgili bilgileri ve programa dair ipuçlarını sosyal medya hesaplarımızdan takip edin, herkesten önce haberdar olun.

facebook.com/istanbulfilmfestivali
twitter.com/ist_filmfest
instagram.com/istfilmfest/
istfilmfest.tumblr.com
youtube.com/user/iksvistanbul
#istfilmfest16

Berlin Film Festivali Açılış Filmi "Hail, Caesar! / Yüce Sezar!" 35. İstanbul Film Festivali'nde

$
0
0
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Akbank’ın desteğiyle gerçekleştirilecek
35. İstanbul Film Festivali’ne geri sayım başladı. Festival, 7-17 Nisan tarihlerinde en yenilerden sürpriz keşiflere yılın en iyi filmleriyle sinemaseverlerle yeniden buluşmaya hazırlanıyor. 11 Şubat Perşembe akşamı başlayacak Berlin Film Festivali’nin açılışını yapacak Coen kardeşlerin son filmi Hail, Caesar! / Yüce Sezar!, Türkiye’de ilk kez 35. İstanbul Film Festivali kapsamında Akbank Galaları bölümünde izleyicilerle buluşacak.

12. Filmekimi’nde gösterilen son filmleri Inside Llewyn Davis / Sen Şarkılarını Söyle ile müzik dünyasını mercek altına alan Coen kardeşler bakışlarını bu kez Hollywood’a çeviriyor. Hollywood’un 1950’lerdeki “altın çağı”nı konu eden filmin başrolünde Josh Brolin yer alıyor. Filmde Brolin’e Ralph Fiennes, Tilda Swinton, George Clooney, Frances McDormand, Scarlett Johansson, Jonah Hill ve Channing Tatum eşlik ediyor. Bol aksiyonlu bir Hollywood komedisi olan ve müzik kullanımıyla dikkat çeken filmde Channing Tatum’un şarkı söylediği bir sahne de yer alıyor. Hail, Caesar! / Yüce Sezar!’ın görüntü yönetmenliğini ise ilk Altın Lale’yi kazanan Roger Deakins üstleniyor. Geçtiğimiz yıl 68. Cannes Film Festivali'nin jüri başkanlığını üstlenen Coen kardeşler, 2011’de de True Grit ile yine Berlin Film Festivali’ni açmışlardı.

35. İstanbul Film Festivali programının tamamı Mart ayında yapılacak basın toplantısıyla açıklanacak.

facebook.com/istanbulfilmfestivali
twitter.com/ist_filmfest
instagram.com/istfilmfest/
istfilmfest.tumblr.com
youtube.com/user/iksvistanbul
#istfilmfest16

Uluslararası Altın Lale'nin 35. Başkanı Pablo Trapero

$
0
0
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Akbank’ın desteğiyle 7-17 Nisan tarihleri arasında yapılacak 35. İstanbul Film Festivali Altın Lale yarışmalarının jüri başkanları belirlendi. 35. İstanbul Film Festivali Altın Lale Uluslararası Yarışma jüri başkanlığını yönetmen Pablo Trapero, Altın Lale Ulusal Yarışma jüri başkanlığını ise oyuncu Müjde Ar üstlenecek.

Altın Lale Uluslararası Yarışma jüri başkanı yönetmen Pablo Trapero 1971’de Arjantin’de doğdu. 1999’da ilk uzun metraj filmi olan Mundo Grúa / Crane World ile Venedik, Buenos Aires, Havana, Rotterdam film festivallerinde ödüller kazandı. 2002’de film prodüksiyon firması Matanza Cine’yi kurdu. İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen
El Bonaerense’nin (2002) dünya prömiyeri Cannes’da, Familia Rodante’nin (2004) Venedik’te ve Nacido y Criado’nun (2006) ise Toronto’da yapıldı. 2008 yapımı Leonera / Aslan İni, 2010 yapımı Carancho ve 2012 yapımı Elefante Blanco / White Elephant / Beyaz Fil, ilk kez Cannes’da yarıştı. Venedik, San Sebastian ve Locarno gibi birçok önemli festivalde jüri üyeliği yapan yönetmen, 2014’te Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünün jüri başkanı olarak görev aldı. Trapero 2015 yılında Fransız Devleti’nin Sanat ve Edebiyat Alanında Şövalye Nişanı’na layık görüldü ve bu nişanı alan Güney Amerikalı ilk sinemacı oldu. Trapero, festival programında da yer alan son filmi El Clan / The Clan / Çete ile Venedik’te En İyi Yönetmen dalında Gümüş Aslan’ı kazandı. Filmlerinde yozlaşma, mülteciler, toplumsal sorunlar gibi konuları ele alan Trapero, 1990’larda gelişen Yeni Arjantin Sineması akımının en yetkin isimlerinden kabul ediliyor.

Pablo Trapero başkanlığındaki Altın Lale Uluslararası Yarışma jürisinin seçtiği filmler Eczacıbaşı Topluluğu tarafından 25.000 avroluk para ödülüyle destekleniyor. Bu ödülün 10.000 avrosu Altın Lale’nin sahibi olacak filmin yönetmenine, 10.000 avrosu filmin Türkiye’deki dağıtımını üstlenecek firmaya, 5.000 avrosu ise Jüri Özel Ödülü’nü kazanacak filmin yönetmenine verilecek. Altın Lale Uluslararası Yarışma’ya “Sinemaya Yeni Bakışlar” temasını izleyen filmler katılıyor.

Altın Lale Ulusal Yarışma jüri başkanı oyuncu Müjde Ar, İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Oraloğlu Tiyatrosu’nda 1962-1963 sezonunda Helen Keller’in yapıtı Karanlığın İçinden oyununda çocuk oyuncu olarak rol aldı. 1975 yılında televizyon dizisi Aşk-ı Memnu’daki Bihter rolü ile dikkat çekti. 1980’li yıllarda rol aldığı filmlerle Türkiye sinemasındaki kadın temsilini değiştirdiği gibi kendisinden önceki oyunculuk kalıplarını da yıktı. Özellikle Atıf Yılmaz’ın yönettiği Adı Vasfiye, Asiye Nasıl Kurtulur, Aaahh Belinda ve Başar Sabuncu imzalı Asılacak Kadın, Kupa Kızı gibi kadın filmlerindeki rolleriyle döneme damgasını vurdu. Aaahh Belinda ile 23. Antalya Film Şenliği’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandı. Bu dönem oynadığı diğer önemli filmler Halit Refiğ imzalı Teyzem ve Ertem Eğilmez’in son filmi Arabesk oldu. Başar Sabuncu’nun son filmi Yolcu ile ikinci defa Antalya’dan En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı. 2000’lerde Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Komser Şekspir, Eğreti Gelin gibi filmlerde oynadı. 2007-2009 yılları arasında Haydi Gel Bizimle Ol adlı televizyon programını yaptı. Müjde Ar’a, 2004’te İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülü takdim edildi.

Müjde Ar başkanlığındaki Altın Lale Ulusal Yarışma Jürisi En İyi Film, En İyi Yönetmen, Jüri Özel Ödülü, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu ve En İyi Müzik olmak üzere toplam 9 dalda ödül verecek. En İyi Film’e 150.000 TL, En İyi Yönetmen’e ise 50.000 TL ödül verilecek. Anadolu Efes, bu yıl da Onat Kutlar anısına verilecek Jüri Özel Ödülü’nü kazanan filmin yapımcısına 60.000 TL takdim edecek. En İyi Kadın ve En İyi Erkek Oyuncu da 10.000'er TL ile ödüllendirilecek.

#istfilmfest16
facebook.com/istanbulfilmfestivali
twitter.com/ist_filmfest
instagram.com/istfilmfest/
istfilmfest.tumblr.com
youtube.com/user/iksvistanbul


Berlin Film Festivali "En İyileri"İstanbul Film Festivali'nde

$
0
0
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından on ikinci kez Akbank’ın desteğiyle yapılacak olan İstanbul Film Festivali 7-17 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Berlin Film Festivali’nden (Berlinale) ödülle dönen filmler, Türkiye’de ilk kez 35. İstanbul Film Festivali’nde izleyici ile buluşacak.

Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü alan Fuocoammare, Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan Death in Sarajevo, En İyi Yönetmen ödülünü alan L’avenir, En İyi İlk Film ödülünü alan Inhebbek Hedi, Alfred Bauer Ödülü’nü kazanan A Lullaby to the Sorrowful Mystery ve Berlin’de hem eleştirmenlerin hem de izleyicilerin beğenisini kazanan beş film daha, Türkiye prömiyerlerini İstanbul Film Festivali’nde yapacak.

Berlin Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Ayı’yı kucaklayan Fuocoammare / Fire at Sea, Avrupa’nın sürekli gözardı etmeye çalıştığı mülteci meselesine, İtalya’nın Lampedusa Adası’ndaki hayata duygusal bir açıyla yaklaşarak bakıyor. Yönetmen Gianfranco Rosi, bu belgeseli çekmek için, özellikle Afrika ve Ortadoğu’dan yüz binlerce mültecinin Avrupa’ya ulaşma amacıyla ilk adımını attığı Lampedusa adasında aylarca yaşadı. Film aynı zamanda, günümüz sinemasının politik meseleleri ele alış biçimini sorgulamamız için bir kapı aralıyor.

Balkanların en çok dikkat çeken, yaratıcı yönetmenlerinden Danis Tanovic’in yeni filmi Death in Sarajevo, Berlin Film Festivali’nden iki ödülle döndü: Jüri Büyük Ödülü ve FIPRESCI Ödülü. Bölgenin acılı tarihine bir otel ve müşterileri benzetmesiyle yaklaşan Death in Sarajevo, 28 Haziran 2014’te, yani Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan Arşidük Franz Ferdinand suikastinin 100. yıldönümünde geçiyor. Filmde Tanavic sürükleyici sinema diliyle Balkanlarda yüz yıldır süregelen kimlik savaşını arka planda işliyor. Tanovic’in İstanbul Film Festivali FACE İnsan Hakları Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü kazanan filmi Bir Hurdacının Hayatı, Oscar’a aday gösterilmişti.

L’avenir / Things to Come, Berlinale’de yönetmeni Mia Hansen-Løve’a Gümüş Ayı En İyi Yönetmen ödülünü kazandırdı. Isabelle Huppert, bir dizi talihsizlikle yaşamında yeni bir yön seçmek zorunda kalan bir profesörü canlandırıyor. Huppert’i kariyerinin en önemli performanslarından birinde izlediğimiz L’avenir / Things to Come, hayatındaki her taşın yüzde yüz yerine oturduğundan emin, entelektüel bir orta yaş felsefe öğretmeninin, altüst olan hayatına nasıl yön verdiği üzerine bir çalışma.

Berlin’de iki ödül birden kazanan Inhebbek Hedi / Seni Seviyorum Hedi, Tunuslu sinemacı Mohamed Ben Attia’nın ilk uzun metrajlı filmi. Başrolündeki Majd Mastoura’ya En İyi Erkek Oyuncu, yönetmenine de en iyi En İyi İlk Film ödülünü getiren Inhebbek Hedi / Seni Seviyorum Hedi, Tunus’un Yasemin Devrimi’nin beş yıl sonrasında, Hedi adlı genç bir adamın, gelenekler, özgürlük ve aşk arasında bocalamasını anlatıyor.

Lav Diaz’ın son filmi A Lullaby to the Sorrowful Mystery / Hüzünlü Gizem Ninnisi, dünya prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı Alfred Bauer Ödülü’nü kazandı. Plan sekanslardan oluşan 480 dakika (8 saat) uzunluğuyla festivalin en uzun filmlerinden A Lullaby to the Sorrowful Mystery / Hüzünlü Gizem Ninnisi, Filipinler’de bugüne kadar çekilmiş en kalabalık kadrolu film olma özelliğini de taşıyor. Filipinler tarihini konu alan siyah-beyaz film, İspanya’ya karşı 1896-1897 yıllarında patlayan Filipinler devrimini farklı tarihsel dönüm noktaları, roman kahramanları, tarihi kişilikler ve simgeleri aracılığıyla ele alıyor. İstanbul Film Festivali’nde daha önce Norte, the End of History / Tarihin Sonu, From What Is Before / Evvelden filmleri gösterilen Lav Diaz, çağdaş Filipin sinemasının önde gelen isimlerinden sayılıyor.

Hollywood’un 1950’lerdeki “altın çağı”nı mizahi bir bakış açısıyla konu eden Joel & Ethan Coen’in son filmi Hail, Caesar! / Yüce Sezar!, yıldız oyunculardan oluşan kadrosuyla dikkat çekiyor. Berlin Film Festivali’ni açan Hail, Caesar! / Yüce Sezar!,!da başroldeki Josh Brolin’e Ralph Fiennes, Tilda Swinton, Frances McDormand, George Clooney, Scarlett Johansson, Jonah Hill ve Channing Tatum eşlik ediyor. Hollywood’un yıldız sistemini ayarsızca alaya alan Hail, Caesar! / Yüce Sezar!, Akbank Galaları’nda gösterilecek.

Prömiyerini Toronto'da yapan ve Berlin Film Festivali’nde de gösterilen The Music of Strangers, ünlü viyolonselci Yo-Yo Ma ile, kurduğu Silk Road Ensemble ekibindeki İran, İsrail, Çin, Galiçya gibi dünyanın dört bir yanından müzisyenleri farklı coğrafyalarda izliyor. Yönetmenliğini 33. İstanbul Film Festivali Uluslararası Altın Lale Yarışması’nda gösterilmiş ve En İyi Belgesel dalında Oscar kazanmış 20 Feet from Stardom / Yıldız Olmaya Ramak Kala filminin de yönetmeni Morgan Neville’in üstlendiği The Music of Strangers’ın açılış sahnesi İstanbul Ortaköy’de çekilmiş.

Berlin Film Festivali’nde ana yarışmada Altın Ayı için yarışan Ejhdeha Vared Mishavad! /
A Dragon Arrives!, farklı türlerden birçok öğeyi alabildiğine kullanan, eğlencelik olduğu kadar siyasi göndermeler içeren bir film. Absürd bir hayalet hikâyesiyle bir dedektiflik gizeminin iç içe geçtiği Ejhdeha Vared Mishavad! /
A Dragon Arrives!, yönetmeni Mani Hagighi’nin tabiriyle “bilimkurgu, paranoya ve X-Files’ı Philip Marlowe, Dashiell Hammett dedektif malzemesini Jules Verne ve Tenten ve Indiana Jones ile bir araya getiriyor.” İran’ın gözalıcı coğrafyasını fon edinen Ejhdeha Vared Mishavad! / A Dragon Arrives!, olabildiğince çarpıcı ve stilize bir görüntü yönetimi benimsiyor.

Fransız sinemasının usta yönetmenlerinden André Téchiné, yeni filmi, Quand on a 17 ans / Being 17’de cinsel kimlik ve büyüme sancılarına zarafetle bakıyor. Film, lisede sınıf arkadaşı olan, farklı sosyal sınıftan 17 yaşında iki delikanlının gergin arkadaşlığı etrafında dönüyor. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan film, genç aktörler Kacey Mottet Klein ve Corentin Fila’nın performansları, André Téchiné’nin büyüme hikâyesine hâkimiyeti, getirdiği taze ve umut dolu bakışla takdir edildi.

Harry, İyiliğinizi İsteyen Bir Dost ve Lemming filmlerinin ünlü yönetmeni Dominik Moll’un yeni filmi
Des nouvelles de la Planete Mars / News from Planet Mars’da orta yaş bunalımına absürd bir kara mizahla bakıyor. Tekdüze hayatı, ailesi ve dengesiz arkadaşları yüzünden çığırından çıkan bir aile babasını odağına alan filminde Moll, dünyanın düzenini önceki filmlerindeki gibi bir kez daha alışılmadık yönlerden bakarak eleştiriyor. Berlin Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilen filmde başrol Francois Damiens’ın performansı çok beğenildi.

Festivalle İlgili Gelişmeleri Sosyal Medya Hesaplarımızdan Takip Edin

İstanbul Film Festivali ile ilgili tüm gelişmeleri; filmler, etkinlikler ve konuklarla ilgili bilgileri ve programa dair ipuçlarını sosyal medya hesaplarımızdan takip edin, herkesten önce haberdar olun. Ayrıca AppStore ve Google Play’den indirilebilen İKSV Mobil uygulamasıyla festivalle ilgili tüm bilgilere erişebilir ve AppStore’dan indirilebilen İKSV Kitaplık uygulamasıyla festival katalogunu iPad’inizden de okuyabilirsiniz.

#istfilmfest16
facebook.com/istanbulfilmfestivali
twitter.com/ist_filmfest
instagram.com/istfilmfest/
istfilmfest.tumblr.com
youtube.com/user/iksvistanbul


İFF'nin "Türk Klasikleri Yeniden" Projesi Kapsamında "Sürü" Filmi, Groupama Desteğiyle Yenilenecek

$
0
0
İstanbul Film Festivali’nin Groupama işbirliğiyle dokuz yıl önce başlattığı “Türk Klasikleri Yeniden” projesi için bu yıl restore edilecek film belli oldu. Yılmaz Güney’in cezaevinde olduğu sırada senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini Zeki Ökten’in üstlendiği Sürü, Groupama ve İstanbul Film Festivali işbirliğiyle restore edilerek sinemaya yeniden kazandırılacak.

Groupama, dokuz yıldır İstanbul Film Festivali işbirliğiyle sürdürdüğü “Türk Klasikleri Yeniden” projesi ile Türk sinemasının önemli yapıtlarının yıllar sonra yenilenerek tekrar sinemalarda gösterime hazır hale getirilmelerini sağlıyor. 35. İstanbul Film Festivali “Türk Klasikleri Yeniden” bölümü yapılacak özel gösterimde bu yıl Zeki Ökten’in yönettiği, başrollerini Tarık Akan, Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz’in paylaştığı, Şenel Gökkaya, Levent Yalman, Yaman Okay, Erol Demiröz, Levent İnanır, Savaş Yurttaş’ın da rol aldığı 1978 yapımı Sürü yenilenmiş kopyasından gösterilecek. Atlas Post Production tarafından restore edilen Sürü, Tuncel Kurtiz’in 80. doğum yılı olan 2016’da, yapımından 38 yıl sonra yeniden beyazperdede izleyiciyle buluşacak.

Müziklerini Zülfü Livaneli’nin bestelediği Sürü, temelde baskıcı toplum modelini kırmaya çalışan genç bir çiftin isyanını konu alırken, bir aşiretin büyük kente göçüşünü ve trajik çöküşünü epik bir tarzla ele alır. Çok katmanlı senaryosunu Yılmaz Güney’in cezaevinde olduğu sırada yazdığı bu başyapıtta Tuncel Kurtiz, geçimleri hayvancılık üzerine kurulu aşiretin reisi Hamo’yu, Tarık Akan ise oğlu Şivan’ı canlandırır. Düşman aşiretin kızı olan Berivan’la (Melike Demirağ) evli olan Şivan, babasının tüm ısrarlarına rağmen eşini bırakmaz. Sinema tarihçisi, yazar Agâh Özgüç’e göre “Türk sinemasında ekip çalışmasının en zengin örneklerinden” Sürü, sinema yazarı Atilla Dorsay’ın sözleriyle “Doğu Anadolu’nun bağrından kopup gelen bir büyük fırtına, bir acı çığlık, bir vahşi senfoni gibi insanı alıp götürüyor”. 1979 Locarno ve 1980 Antwerp film festivallerinde ödüllendirilen Sürü, 1980 Antalya Film Festivali’nde de En İyi Film dahil altı dalda ödül kazandı. Yapımcılığını da Yılmaz Güney’in üstlendiği filmin yönetmen yardımcısı Ali Özgentürk, görüntü yönetmeni İzzet Akay, kurgucusu ise Özdemir Arıtan. Ayrıca Sürü, Kültür Bakanlığı’nın En İyi 10 Türk Filmi listesinde de yer alıyor.

1941 doğumlu Zeki Ökten, Nişan Hançer’in yönettiği Acı Zeytin filminde yönetmen yardımcılığı yaparak sinemaya adım atmıştır. “İkinci yeni kuşak” sinemacılardan Ökten, Lütfi Ö. Akad, Halit Refiğ, Memduh Ün ve Atıf Yılmaz gibi isimlerin yönetmen yardımcılığını yapmış, ilk filmi olan Ölüm Pazarı’nı 1963 yılında çekmiştir. Türk sinemasının önemli kilometre taşlarından biri olan Zeki Ökten’in iz bırakan filmleri arasında Bir Demet Menekşe (1973), Hanzo (1975), Çöpçüler Kralı (1977), Düşman (1979), Pehlivan (1985 İstanbul Film Festivali Jüri Ödülü), Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey (1995), Güle Güle (1999) yer alır. 2004’te İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülü’nü alan Zeki Ökten, 2009’da hayatını kaybetti.

Sinemaseverler, Groupama işbirliğiyle önceki festivallerde Erden Kıral’ın 1979 yapımı Bereketli Topraklar Üzerinde (2008), Lütfi Ö. Akad’ın 1949 yapımı Vurun Kahpeye (2009), Atıf Yılmaz’ın 1978 yapımı Selvi Boylum Al Yazmalım (2010), Memduh Ün’ün 1958 yapımı Üç Arkadaş (2011), Halit Refiğ’in 1964 yapımı Gurbet Kuşları (2012), Lütfi Ö. Akad’ın 1968 yapımı Vesikalı Yarim  (2013), Yavuz Turgul’un 1988 yapımı Muhsin Bey (2014) ve Metin Erksan’ın 1962 yapımı Yılanların Öcü  (2015) filmlerini restore edilmiş kopyalarından izleme şansı bulmuştu.

İKSV tarafından Akbank’ın desteğiyle 7-17 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek 35. İstanbul Film Festivali’nin programının tamamına, 14 Mart Pazartesi gününden itibaren film.iksv.org adresinden ulaşılabilir.

İstanbul Film Festivali hakkında ayrıntılı bilgi için:
film.iksv.org

İstanbul Film Festivali’ni sosyal medyada takip etmek için:
facebook.com/istanbulfilmfestivali
twitter.com/ist_filmfest
instagram.com/istfilmfest/
istfilmfest.tumblr.com
youtube.com/user/iksvistanbul
#istfilmfest16

35. İFF Akbank Galaları

$
0
0
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından on ikinci kez AKBANK sponsorluğunda düzenlenen 35. İstanbul Film Festivali’ne geri sayım başladı. 7-17 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek festivalin yıldızları, bu yıl da Akbank Galaları’nda buluşacak.

İstanbul Film Festivali’nin en sevilen bölümlerinden Akbank Galaları’nda, yıldızları usta yönetmenlerle buluşturan ve sezonun merakla beklenen 10 filmin Türkiye’deki ilk gösterimleri gerçekleştirilecek. Akbank Galaları’nda bu yıl, Berlin Film Festivali’ni de açan Coen Kardeşler’in Yüce Sezar!’ından, ülkesinde tüm gişe rekorlarını kıran Arjantinli yönetmen ve aynı zamanda Uluslararası Altın Lale Yarışması Jüri Başkanı Pablo Trapero’nun Çete’sinden Fransız sinemasının ustalarından Claude Lelouch’un Bir Kadın Bir Erkek’ine kadar birbirinden ilginç, ödüllü, dikkat çekici yapım yer alıyor. Akbank Galaları’nın önce çıkan filmlerinden Jeff Nichols’ın Midnight Special adlı filmi ise festivalin aynı zamanda açılışını da yapacak.

FESTİVALİN AÇILIŞ FİLMİ: Midnight Special –Jeff Nichols 
Bol ödüllü Take Shelter / Sığınak ile tanıdığımız Jeff Nichols’ın Berlin’de Altın Ayı için yarışan yeni filmi Midnight Special 80’li yılların fantastik filmlerine bir saygı duruşu adeta. Film, oğlunu dini bir tarikata kaptıran bir baba ile özel güçlere sahip olduğu için sadece tarikatın değil devletin de peşine düştüğü oğlunun nefes kesen kaçışlarının hikâyesini anlatıyor. Michael Shannon, Joel Edgerton, Adam Driver ve Kirsten Dunst’ın başrollerini paylaştığı, baştan sona nefes nefese izlenen bu fantastik gerilimle Nichols, Spielberg, Carpenter ve Shyamalan gibi yönetmenlere göndermeler yaparken kendi tarzını korumayı da başarıyor. 18 Mart tarihinde Amerika’da gösterime girecek film sadece 20 gün sonra İstanbul Film Festivali kapsamında izleyicilerle buluşacak.

Hail, Caesar! / Yüce Sezar! – Ethan & Joel Coen
Hollywood’un 1950’lerdeki “altın çağı”nı konu eden Hail, Caesar! / Yüce Sezar!, özellikle yıldız oyunculardan oluşan kadrosuyla dikkat çekiyor. Filmde başroldeki Josh Brolin’e Ralph Fiennes, Tilda Swinton, Frances McDormand, George Clooney, Scarlett Johansson, Jonah Hill ve Channing Tatum eşlik ediyor. Hollywood’un yıldız sistemini ayarsızca alaya alan film Şubat ayında gerçekleştirilen Berlin Film Festivali’nin açılışını yapmıştı.

Brooklyn – John Crowley 
Başrolünde En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ına aday olan, Hanna, Byzantium, The Grand Budapest Hotel ve Lost River filmlerinden de tanıdığımız Saoirse Ronan’ın olduğu filmin yönetmen koltuğunda John Crowley yer alıyor. Filmin senaryosu ise kitapları yok satan, About a Boy ve High Fidelity gibi daha birçok başarılı filme kitapları uyarlanmış Nick Hornby’ye ait. Filmin uyarlandığı, Colm Tóibin’in aynı adlı romanı, The Observer tarafından, bugüne kadar yazılmış en iyi on tarihsel roman arasında gösteriliyor. Sundance’te yaptığı prömiyerin, Toronto ve New York’taki gösterimlerinin ardından yılın en çok ses getiren filmlerinden biri olan ve üç dalda Oscar adaylığına sahip Brooklyn, 1950’lerde dünyanın cazibe merkezi New York’a gelen, iki ülke ve iki aşk arasında kalan, İrlanda göçmeni genç bir kadının hikâyesini anlatıyor.

Truman - Cesc Gay 
Cesc Gay’in ilk gösterimini Toronto Film Festivali’nde yapan ve İspanya Film Ödülleri’nde senaryo ve oyuncu ödülleri kazanan son filmi, hem izleyeni eğlendirecek hem de duyguları can evinden vurabilecek bir film özelliği taşıyor. Yılın en dokunaklı filmlerinden biri olan Truman’da, öğretmenlik yapan Tomas, aktör arkadaşı Julian’ın yanına seyahat eder. İki eski dosta Julian’ın sadık köpeği Truman da katılır. Filmin başrollerini 2014 Filmekimini’nin en çok izlenen filmlerinden Asabiyim Ben’de oynayan Arjantin’in en ünlü erkek oyuncusu Ricardo Darin ile Almodovar’ın yeni gözdesi Javier Cámara paylaşıyor.

The Lady in the Van / Zoraki Komşu – Nicholas Hytner
Daha önce Alan Bennett’in iki tiyatro oyununu sinemaya uyarlayan Nicholas Hytner, İngiliz oyun yazarıyla üçüncü kez bir araya geliyor. The Lady in the Van / Zoraki Komşu, Bennett’in hayatında çok önemli yer tutan gerçek bir dostluğu sinemaya taşıyan, otobiyografik bir metin. Yazar, kendini bir karakter olarak baştan yaratıyor ve 70’lerde tanıştığı, küçük bir karavanda yaşayan yaşlı bir kadınla kurduğu dostluğu kaleme alıyor. Filmdeki rolüyle Altın Küre adaylığı olan İngiltere’nin en usta oyuncularından Maggie Smith ile Bennett’i canlandıran Alex Jennings müthiş bir kimya tutturuyorlar.

Un + Une / One Plus One / Bir Kadın Bir Erkek - Claude Lelouch
Fransız sinemasının ustalarından Claude Lelouch, Un+Un / Bir Kadın Bir Erkek filminde bir kez daha kadın-erkek ilişkileri üzerine bir hikâyeyle karşımızda. Oscar ödüllü Jean Dujardin’in canlandırdığı Antoine Abeilard, dünyaca ünlü bir film müziği bestecisidir. Hayatta her şeyi hafife alan bu adam, Fransız büyükelçisinin karısı Anna ile mecburi bir yolculuğa çıkar. İkili hem fiziksel hem de ruhsal şifa aramaktadır ve bu yolculuk boyunca birbirlerine âşık olurlar. Filmde ayrıca César ödüllü Elsa Zylberstein ve Christophe Lambert de rol alıyor. Romantik izleyicileri baştan çıkaracak, parlak renklerle bezeli bu egzotik aşk filminin müzikleri Francis Lai’ye ait.

Maggie’s Plan / Kördüğüm – Rebecca Miller
Rebecca Miller’ın senaryosunu ve yönetmenliğini üstlendiği Maggie’s Plan / Kördüğüm, samimi ve mütevazı bir komedi. Hem yakışıklı hem zeki ama asla âşık olmayacağı bir erkeğin spermleriyle çocuk sahibi olmaya düşünen Maggie’nin kusursuz planı sürekli farklı istikametlere sapmak zorunda kalır. Her şeyi kontrol altında tutmaya çalışanlar ve tesadüfleri seven “hayat” arasındaki çekişme hakkındaki bu filmde Greta Gerwig, Julianne Moore ve Ethan Hawke performansıyla parlıyor.

The Meddler / Karışma Anne! – Lorena Scafaria
Daha önce Coherence / Paralel Evren filminde oyuncu olarak izlediğimiz Lorene Scafaria bu kez ikinci yönetmenlik deneyimi olan ve senaryosunu de kendisinin kaleme aldığı The Meddler / Karışma Anne! ile karşımıza çıkıyor. Çatışmalı bir anne-kız ilişkisini konu alan film Susan Sarandon’ın performansıyla yükselen bir komedi.

El Clan / The Clan / Çete – Pablo Trapero
Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan ve yönetmeni Pablo Trapero’ya Gümüş Aslan En İyi Yönetmen Ödülü’nü getiren bol ödüllü The Clan / Çete, Akbank Galaları bölümünde. Arjantin’in Oscar adayı olan ve ülkesinde gelmiş geçmiş en iyi gişeyi yapan Çete İspanya sinema akademisinin verdiği Goya Ödülleri’nde de İspanyolca En İyi Yabancı Film Ödülünü kazandı ve filmden esinlenen bir TV dizisi de çekilmeye başlandı. Arjantin tarihinin kara sayfalarından birini konu edinen film, cunta iktidarında Arjantin istihbarat servisi için çalışan acımasız Arquimedes Puccio ve ailesinin 1980’lerde de vahşi eylemlerine devam etmesini işliyor. Dinamik kurgusu ve dönemin rock şarkılarıyla bezeli müzikleri sayesinde nefes nefese izleniyor. Altın Lale Uluslararası Yarışma Jürisi’nin başkanlığını da üstlenecek Trapero ve oyuncu eşi Martina Gusman da festivalin konuğu olarak İstanbul’da olacaklar.

High-rise / Gökdelen – Ben Wheatley
İngiliz sinemasının harika çocuğu Ben Wheatley’nin yeni filmi High-Rise / Gökdelen, kült bilimkurgu yazarı J.G. Ballard’ın aynı adlı romanının uyarlaması. Başrollerinde Tom Hiddleston, Jeremy Irons ve Sienna Miller’ın bulunduğu, çevresinden soyutlanmış dev bir gökdelende lüks bir yaşam süren genç bir doktor hakkındaki film, geçtiği 70’lerin distopya havasını yansıtan bir bilimkurgu. Film, yapım tasarımı, oyunculuklar, Wheatley’nin kontrollü yönetmenliği ve Ballard’ın uyarlanması zor dünyasını yansıtma başarısıyla övgü topladı.

İKSV tarafından Akbank’ın desteğiyle 7-17 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek 35. İstanbul Film Festivali’nin programının tamamına, 14 Mart Pazartesi gününden itibaren film.iksv.org adresinden ulaşılabilir.

İstanbul Film Festivali hakkında ayrıntılı bilgi için:
film.iksv.org

İstanbul Film Festivali’ni sosyal medyada takip etmek için:
#istfilmfest16
facebook.com/istanbulfilmfestivali
twitter.com/ist_filmfest
instagram.com/istfilmfest
istfilmfest.tumblr.com
youtube.com/user/iksvistanbul

35. İstanbul Film Festivali 7 Nisanda başlıyor

$
0
0
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 1982 yılında bir sinema haftası olarak başlayan Türkiye’nin en büyük sinema etkinliği İstanbul Film Festivali, bu yıl 35. yaşını kutluyor. 35. İstanbul Film Festivali, bu yıl on ikinci kez Akbank’ın desteğiyle 7-17 Nisan 2016 tarihlerinde şehre iz bırakmaya hazırlanıyor.

İstanbul Film Festivali, 35. yılında da dünya sinemasının en yeni örneklerinden kült yapıtlara, Türkiye sinemasının en yenilerinden klasiklere, yeni keşiflerden başyapıtlara, gizli hazinelerden iz bırakan filmlere, zengin programını izleyicilere sunmaya devam ediyor. Festival programında 187 uzun metrajlı, 10 kısa ve 24 deneysel film yer alıyor. Festival, 25 bölümde 62 ülkeden 223 yönetmenin toplam 221 filminin gösteriminin yanı sıra konuk sinemacıların katılacağı söyleşilerden sinema derslerine, konserlerden özel etkinliklere sinemayla dolu günler yaşatacak.

35. İstanbul Film Festivali’nin, 14 Mart Pazartesi akşamı Soho House İstanbul’da gerçekleştirilmesi planlanan basın toplantısı, Ankara’da yaşanan terör saldırısı nedeniyle iptal edildi. Üzüntülerini dile getiren İKSV Genel Müdürü Görgün Taner, Akbank Genel Müdürü Hakan Binbaşgil ve İstanbul Film Festivali Direktörü Kerem Ayan, saldırıda hayatını kaybedenlerin ailelerine ve yakınlarına başsağlığı, yaralılara acil şifa dileklerini ilettiler.

Açıklamasında İstanbul Film Festivali’nin 35 yıllık bir okul gibi olduğunun altını çizen İKSV Genel Müdürü Görgün Taner “İstanbul Film Festivali, otuz beşinci yılında, özenle hazırlanan programı, etkinlikleri, Köprüde Buluşmalar platformu kapsamındaki atölyeleri ve yarışmalarında sunduğu ödülleriyle Türkiye’de film endüstrisi, sinema sanatı ve festival kültürünün gelişimi için çalışmaya devam ediyor. Bu yıl yine yoğun, dinamik ve doyurucu bir festival hazırladığımıza inanıyoruz. Festivalimizin, ilk günlerinden bu yana yarattığı “okul” hissini sürdürmeyi, izleyicilerimiz için yeni keşifler, yeni bakışlar sunmayı yine önceliklerimiz arasında tuttuk. Festivali gerçekleştirebilmemizi sağlayan tüm sponsorlarımıza ve destekçilerimize büyük teşekkür borçluyuz. Değerli izleyicilerimize de otuz beş yıldır bizimle kol kola oldukları için bir kez daha teşekkür ediyor, hepinize iyi festivaller diliyorum.” dedi.

35. İstanbul Film Festivali destekçisi Akbank adına Akbank Genel Müdürü Hakan Binbaşgil “Toplumlar arzuladıkları hedeflere ekonomik performanslarının yanı sıra kültür-sanat alanındaki zenginlikleriyle ulaşıyor. Çünkü kültür-sanat bir toplumun geleceğe bırakacağı en önemli miras. Akbank olarak biz de yerel ve evrensel kültür mirasını korumanın, yeni kuşaklarla paylaşmanın, sanatın ve sanatçının yanında olmanın en önemli sosyal sorumluluklarımızdan biri olduğuna inanıyoruz. Bu bilinçle hareket ediyoruz. Dünyanın önemli film festivallerinden biri haline gelen İstanbul Film Festivali’ni 12 yıldır büyük bir gururla destekliyoruz. Dünyanın gözünü, kulağını İstanbul'a çeviren; hem bizleri dünya sinemasıyla buluşturan, hem de ülkemiz sinemasının gelişimine öncülük eden; Türk sinemaseverlerin dünya sinemasının seçkin örneklerini izlemesine fırsat veren festivalin ana sponsoru olmak bize gurur veriyor. Bu sene Akbank Sanat yine festivalin önemli merkezlerinden biri olacak; pek çok söyleşi ve etkinliğe ev sahipliği yapacak ve her yıl olduğu gibi festivalin basın merkezi olarak hizmet verecek. Ayrıca bu yıl ilk defa festival kapsamında Akbank Sanat’ta da film gösterimleri olacak; bu da bizi yine çok sevindiriyor” dedi.

Sinema Onur Ödülleri

İstanbul Film Festivali tarafından sinemaya gönül ve emek veren isimlere takdim edilen Sinema Onur Ödülleri bu yıl beş değerli sanatçıya verilecek. Yeşilçam’ın “en sevilen kötü kadın” karakterlerini oynayan Suzan Avcı, 200’e yakın filmiyle Yeşilçam’ın en üretken yönetmenlerinden Ülkü Erakalın, Vurun Kahpeye’den Vesikalı Yarim’e birçok önemli filmin yapımcılığını üstlenen Şeref Gür, 50 yıllık kariyerinde her nesli güldüren karakter oyuncusu Perran Kutman ile 60 yılı aşan kariyerinde Türkan Şoray, Filiz Akın ve Fatma Girik gibi Yeşilçam’ın en sevilen yıldızlarının sesi olarak hafızalarda yer edinen oyuncu ve seslendirme sanatçısı Jeyan Ayral Tözüm ödüllerini 6 Nisan Çarşamba gecesi Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenecek 35. İstanbul Film Festivali Açılış Töreni’nde alacak.

Festival kapsamında Suzan Avcı’nın rol aldığı Atıf Yılmaz’ın yönettiği İki Gemi Yanyana, yönetmenliğini Ülkü Erakalın’ın üstlendiği Gözlerin Ömre Bedel, Perran Kutman’ın rol aldığı Kartal Tibet’in Gırgıriye filmleri de gösterilecek.

Festival Boyunca Yarışma Heyecanı 

35. İstanbul Film Festivali’nde yarışma heyecanı bu yıl festivalin ilk gününden başlayacak. Ulusal ve Uluslararası Altın Lale, FACE Sinemada İnsan Hakları, bu yıl ilk kez yapılacak Ulusal Belgesel ve Ulusal Kısa Film yarışmalarının ve dünyada ilk kez 35. İstanbul Film Festivali’nde kadın erkek eşitsizliğine dikkat çekmek amacıyla verilecek Audentia Ödülü’nün kazananları belirlenecek. 35. İstanbul Film Festivali’nde ödül kazanan filmler,
15 Nisan Cuma akşamı Uniq Hall, Uniq İstanbul’da düzenlenecek Ödül Töreni’nde açıklanacak.

ALTIN LALE ULUSLARARASI YARIŞMA

İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde festivalin büyük ödülü Altın Lale için, sinemaya yeni bakışlar temasını izleyen filmler yarışıyor. 35. İstanbul Film Festivali Altın Lale Uluslararası Yarışma bölümünde
14 ülkeden 15 film yer alıyor. Yönetmen Pablo Trapero başkanlığındaki Uluslararası Altın Lale jürisinde oyuncu Melisa Sözen, oyuncu Lior Ashkenazy, video sanatçısı Ali Kazma ve yapımcı Ewa Puszczyńska ve yer alıyor.

İKSV eski yönetim kurulu başkanı ve İstanbul Film Festivali kurucularından Şakir Eczacıbaşı anısına verilen Uluslararası Altın Lale Ödülü, bu yıl da Eczacıbaşı Topluluğu tarafından 25.000 Avroluk para ödülüyle destekleniyor. Bu ödülün 10.000 Avrosu Altın Lale’nin sahibi olacak filmin yönetmenine, 10.000 Avrosu filmin Türkiye’deki dağıtımını üstlenecek firmaya, 5.000 avrosu ise Jüri Özel Ödülü’nü kazanacak filmin yönetmenine verilecek.

Altın Lale Uluslararası Yarışma bölümünde yer alan filmler:

Sütak / Sutak / Heavenly nomadic / Mirlan Abdykalykov / Kırgızistan
Eva’ya Huzur Yok / Eva Doesn’t Sleep / Pablo Agüero / Arjantin
Bize Rüyalarımızda Huzur Ver / Peace to Us in Our Dreams / Sharunas Bartas /    
        Litvanya
Bir Liderin Çocukluğu / The Childhood of a Leader / Brady Corbet / İngiltere
Kor / Zeki Demirkubuz / Türkiye
Şeytanlar / The Demons / Philippe Lesage / Kanada
Son / The End / Guillaume Nicloux / Fransa
Bin Başlı Canavar / A Monster With Thousand Heads / Rodrigo Pla / Meksika
Susuzluk / Thirst / Svetla Tsotsorkova / Bulgaristan
Belgica / Felix Van Groeningen / Belçika
Aşk Birleşik Devletleri / United States of Love / Tomasz Wasilewski / Polonya
Ara / Interruption / Yorgos Zois / Yunanistan
Bir Nefes / One Breath / Christian Zübert / Almanya
Bir Aile Filmi / Family Film / Olmo Omerzu / Çek Cumhuriyeti
Ansızın / All of A Sudden / Aslı Özge / Almanya

ALTIN LALE ULUSAL YARIŞMA

Ulusal Yarışma’da Altın Lale Ödülü için, yapımı 2015-2016 sezonunda tamamlanan 11 film yarışacak. Bu yıl yarışmadaki 4 filmin dünya, 3 filmin ise Türkiye prömiyeri yapılacak. Ulusal Yarışma jüri başkanlığını, Türkiye sinemasının en önemli kadın oyuncularından Müjde Ar üstleniyor. Altın Lale Ulusal Yarışma Jürisi’nin diğer üyeleri oyuncu Tansu Biçer ve Niki Karimi, yönetmen Ben Hopkins, gazeteci yazar Murat Uyurkulak ve dağıtımcı Torsten Frehse.

Jürinin seçeceği En İyi Film’e 150.000 TL, En İyi Yönetmen’e ise 50.000 TL ödül verilecek. Festivalde En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu seçilecek isimler 10.000’er TL alacak. Ayrıca, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu ve En İyi Özgün Müzik dallarında da ödüller verilecek. Türkiye Sineması ve Ulusal Yarışma Tema Sponsoru Anadolu Efes, bu sene 29’uncu kez Onat Kutlar anısına verilen Jüri Özel Ödülü’nü kazanacak filmin yapımcısını bu yıl da 60.000 TL ile ödüllendirecek.

Altın Lale Ulusal Yarışma Bölümünde yer alan filmler;

Tarla / Cemil Ağacıkoğlu
Benim Kendi Hayatım / Adnan Akdağ
Rüzgârın Hatıraları / Özcan Alper
Siyah Karga / Tayfur Aydın
Kalandar Soğuğu / Mustafa Kara
Rauf  / Barış Kaya, Soner Caner
Mavi Bisiklet / Ümit Köreken
Toz Bezi / Ahu Öztürk
Ana Yurdu / Senem Tüzen
Rüzgarda Salınan Nilüfer / Seren Yüce
Kasap Havası / Çiğdem Sezgin

ULUSAL KISA FİLM YARIŞMASI

İstanbul Film Festivali 35. yaşında, kısa film yapımını özendirmek, bu alanda gelişimi desteklemek ve nitelikli kısa filmleri izleyiciye buluşturmak amacıyla Ulusal Kısa Film Yarışması’nı Türkiye Sineması Tema Sponsoru Anadolu Efes’in destekleriyle başlatıyor. Cannes Film Festivali Short Film Corner Yöneticisi Alice Kharoubi, yönetmen Fatih Kızılgök ve sinema yazarı Serdar Kökçeoğlu’nun ön seçici kurulunda yer aldığı yarışmanın jürisinde yönetmen Can Evrenol, oyuncu Hazal Kaya ve DokuFest direktörü Nita Deda yer alıyor. Jüri tarafından seçilecek en iyi filme En İyi Kısa Film dalında 5.000.-TL’lik ödül Anadolu Efes tarafından verilecek. Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) jürisi de yarışmadaki bir filme ödül verecek.

Ulusal Kısa Film Yarışmasında yer alan filmler:

Merkür / Melis Balcı, Ege Okal
Asfalt / Süleyman Demirel
Salı / Ziya Demirel
Balık Havuzu / Ezgi Kaplan
Karadeniz / Ulaş Karaoğlu
Tik Tak / Zeynep Koçak
Timur Hakkında / Özgü Özbudak
Cemil Şov / Barış Sarhan
Orman / Onur Saylak, Doğu Akal
Jamais Vu / Levent Türkan

ULUSAL BELGESEL YARIŞMASI

İstanbul Film Festivali’nin belgesel sinemayı ve belgeselcileri desteklemek amacıyla düzenlediği Ulusal Belgesel Yarışması’nda En İyi Belgesel Ödülü verilecek. En İyi Belgesel’e 5. Kat Restaurant tarafından 10.000 TL ödül verilecek. Ulusal Belgesel Yarışma Jürisi’nde belgesel sinemacı yönetmenler Emel Çelebi, Güliz Sağlam ve Carlos Hagerman yer alıyor. Gösterilecek belgesellerden 7 film dünya prömiyerini, 3 film Türkiye prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde yapacak.

Ulusal Belgesel yarışmasında yer alan filmler:

Hazır Ol! / Onur Bakır, Panagiotis Charamis
Rafet’in Çocukları / Mümin Barış, Reşit Ballıkaya
Başgan / Orhan Eskiköy
Genç Pehlivanlar / Mete Gümürhan
Soluk / Metin Kaya
Koloni / Gürcan Keltek
Beyaz Çınar / Çınara Sipî / Kazım Öz
Ötekiler / Ayşe Polat
Sürgün Türküleri Yılmaz Güney / İlker Savaşkurt
Kayıp Zamanlar / Faysal Soysal
Yok Devenin Pabucu: Bir Aşk Hikayesi / Sibel Mary Şamlı
Kara Atlas / Umut Vedat

SİNEMADA İNSAN HAKLARI: FACE AVRUPA KONSEYİ SİNEMA 
        ÖDÜLÜ

Avrupa Konseyi işbirliğiyle 10 yıldır dünyada sadece İstanbul Festivali’nde verilen FACE Avrupa Konseyi Sinemada İnsan Hakları Yarışması bu yıl da devam ediyor. FACE Ödülü, Avrupa Konseyi ve Eurimages fonunun da ortak destek olduğu 10.000 Avro para ödülü ve bir heykelcikten oluşuyor. FACE Jürisi’nde oyuncu Ercan Kesal, yönetmen Jakob Brossmann, Eurimages İdari Yönetici Yardımcısı Isabel Castro, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri ve Genel Sekreter Yardımcısı’nın İnsan Hakları ve Hukukun Üstünlüğü konularında özel başdanışmanı Leyla Kayacık yer alacak.

Sinemada İnsan Hakları yarışmasında yer alan filmler;

Beyaz İnsanlar / White People / Lisa Aschan / İsveç
Harikalar Diyarı / Wonderland / Michael Krummenacher, Jan Gassmann, Lisa
        Blatter, Gregor Frei, Benny Jaber, Carmen Jaquier, Jonas Meier, Tobias Nölle, Lionel         Rupp, Mike Scheiwiller  / İsviçre
Akdeniz / Mediterranea / Jonas Carpignano / İtalya
Sihirli Dağ / The Magic Mountain / Anca Damian / Romanya
Yılanın Kucağında / Embrace of the Serpent / Ciro Guerra / Kolombiya
Dev Canavar / Behemoth / Zhao Liang / Çin
Sorgu / Interrogation / Vetri Maaran / Hindistan
Kızıl Topraklar / The Red Land / Diego Martínez Vignatti / Belçika
3000 Gece / 3000 Nights / Mai Masri / Filistin
Kıyıdakiler / Coastliners / Erdem Tepegöz, Barış Pirhasan, Alphan Eşeli, Melisa
        Önel, Ramin Matin

SEYFİ TEOMAN EN İYİ İLK FİLM ÖDÜLÜ 

2012 yılında kaybettiğimiz yönetmen ve yapımcı Seyfi Teoman anısına verilen Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü’nü kazanan filmin yönetmenine sonraki çalışmalarını teşvik etmek üzere CMYLMZ Fikirsanat aracılığıyla 30.000 TL ödül verilecek. Festivalin Altın Lale Uluslararası Yarışma, Sinemada İnsan Hakları Yarışması ve Türkiye Sineması (Altın Lale Ulusal Yarışma, Yarışma Dışı, Yeni Türkiye Sineması) bölümlerinde yer alan Türkiye yapımı tüm kurmaca ilk filmler bu ödüle aday olabiliyor. Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü jürisinde senarist, yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun, dağıtımcı Ioanna Stais ve oyuncu Ahmet Rıfat Şungar yer alacak.

Seyfi Teoman En İyi İlk Film için yarışacak filmler,

Benim Kendi Hayatım / Adnan Akdağ
Rauf / Barış Kaya, Soner Caner
Mavi Bisiklet / Ümit Köreken
Toz Bezi / Ahu Öztürk
Ana Yurdu / Senem Tüzen
Kasap Havası / Çiğdem Sezgin
Kümes / Ufuk Bayraktar
Son Kuşlar / Bedir Afşin
Dolanma / Tunç Davut
Çırak / Emre Konuk
Kötü Kedi Şerafettin / Mehmet Kurtuluş, Ayşe Ünal
Yemekteydim ve Karar Verdim / Görkem Yeltan
Anadolu Masalları / Emin Fırat Övür

AUDENTIA ÖDÜLÜ 

Avrupa Konseyi ortak yapım fonu Eurimages, cinsiyet eşitliğini geliştirmeye doğru bir adım daha atarak, bir kadın yönetmene bir sonraki projesinde kullanılmak üzere 30.000 euro değerinde bir ödülü vermeye başlıyor. İlk kez 35. İstanbul Film Festivali kapsamında verilmeye başlanacak Audentia Ödülü için bu yıl programdan 15 kadın yönetmenin filmi değerlendirilecek. Adını Latincede cesaret ve yiğitliği ifade eden “Audentia”  kelimesinden alan ödül, kadın yönetmenlerin görünürlüğünü arttırarak başka kadınların da bu yoldan ilerlemesini teşvik etmeyi amaçlıyor. İlk kez verilecek bu ödül için bu yıl hami olarak sıra dışı cesarete sahip ve kendini film endüstrisinde cinsiyet eşitliğini geliştirmeye adamış İsveç Film Enstitüsü Başkanı Anna Serner seçildi.

Audentia Ödülü için yarışacak olan filmler;

Beyaz İnsanlar / White People / Lisa Aschan
Tam Gözlerimi Açarken / As I Open My Eyes / Leyla Bouzid
Sihirli Dağ / The Magic Mountain / Anca Damian
Evrim / Evolution / Lucile Hadzihalilovic
Dağ  / Mountain / Yaelle Kayam
Vahşi / Wild / Nicolette Krebitz
3000 Gece / 3000 Nights / Mai Masri
Ezgiler Ezgisi / Song of Songs / Eva Neymann
Ansızın / All of A Sudden / Aslı Özge
Toz Bezi / Dust Cloth / Ahu Öztürk
Kasap Havası / Wedding Dance / Çiğdem Sezgin
Şövalye / Chevalier / Athina Rachel Tsangari
Susuzluk / Thirst / Svetla Tsotsorkova
Ana Yurdu / Motherland / Senem Tüzen
Yemekteydim ve Karar Verdim / We Were Dining and I Decided / Görkem Yeltan

FIPRESCI ÖDÜLÜ 

Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) Altın Lale Ulusal ve Uluslararası Yarışma’da yer alan birer filme ve Ulusal Kısa Film Yarışması’ndan bir filme FIPRESCI Ödülü verecek. Başkanlığını ABD’den Chris Fujiwara’ın yapacağı FIPRESCI Jürisi’nde Finlandiya’dan Harri Römpötti, İtalya’dan Patrizia Pistagnesi, Slovakya’dan Viera Langerova ve Türkiye’den Senem Erdine ve Ali Deniz Şensöz görev alacak.

cineuropa.org ÖDÜLÜ:

Sanatsal açıdan değeri tartışmasız olan, bunun yanı sıra karşılıklı iletişimi destekleyen ve birleştirici özellik taşıyan filmlere verilen cineuropa.org Ödülü, Altın Lale Ulusal Yarışması’nda yer alan bir filme verilecek. Cineuropa Ödülü’nü kazanan filmi, sinema yazarı Vladan Petkovic belirleyecek.

Festival Filmleri 10 Salonda Sinemaseverlerle Buluşacak

Başladığından bugüne bağımsız sinemaları destekleyen İstanbul Film Festivali’nin bu yılki gösterimleri Beyoğlu’nda Atlas, Beyoğlu ve Fitaş (iki salon) sinemaları, Akbank Sanat, İtalyan Kültür Merkezi, Ortaköy’de Feriye Sineması, Kadıköy’de Rexx Sineması (iki salon) ve İstanbul Modern Sinema olmak üzere 10 salonda yapılacak. Festival gösterimleri 11.00, 13.30, 16.00, 19.00 ve 21.30 seanslarının yanı sıra artık festivalin gelenekselleşen geceyarısı gösterimleri Cuma ve Cumartesi geceleri Atlas ve Rexx sinemalarında 24.00 seanslarında yapılacak.

Festival Bu Yıl İstanbul’un Farklı Semtlerine de Yayılıyor 

İstanbul Film Festivali gösterimleri bu yıl İstanbul’un iki yakasına da yayılıyor. Festivalin son hafta sonunda, 16 ve 17 Nisan tarihlerinde, programdan bir seçkiyle Sultangazi’de Hoca Ahmet Yesevi Kültür Merkezi ve Maltepe’de Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde gösterilecek.

Festivalin Yeni Bölümleri

35. İstanbul Film Festivali Akbank Galaları, Yıllara Meydan Okuyanlar, Dünya Festivallerinden, Genç Ustalar, NTV Belgesel Kuşağı, Mayınlı Bölge, Antidepresan, Çocuk Mönüsü, Geceyarısı Çılgınlığı gibi klasikleşmiş bölümlerinin yanı sıra bu yıla özel bölümlerde gösterimler gerçekleştirecek.

Musikişinas: Festival bu yıl ruhunu müzikle doyuranlar için yepyeni bir bölüm sunuyor. Müziği hayatlarının ayrılmaz bir parçası kılanların hikâyelerinin bir araya toplandığı 8 film Musikişinas bölümünde izleyiciyle buluşacak.

Gömülü Hazineler: Festivalin bu yıl çok ses getirecek yeni bölümlerinden Gömülü Hazineler, sinema tarihinin varlığı az bilinen, yasaklanmış, kaybolmuş, yıllar boyu izleyici karşısına çıkmamış veya literatürde adından hak ettiği kadar bahsedilmemiş filmleri gömülü olduğu yerden gün ışığına çıkartacak. Alkan Avcıoğlu'nun küratörlüğünü üstlendiği bölüm kapsamında geç keşfedilen veya restore edilen kopyasıyla izleyici karşısına ilk kez çıkmaya hazırlanan 4 film beyazperdede meraklılarıyla buluşacak.

Işığın Peşinde: 70’ler Amerikan Avangard Sineması: İstanbul Film Festivali, deneysel sinemaya da hak ettiği alanı açmak için bu özel türün başlangıçlarına doğru yol alıyor ve 70’li yıllarda en verimli zamanlarını geçiren Amerikan avangard sinemasının öncü isimlerinin filmlerini bir araya getiriyor. Burak Çevik küratörlüğünde hazırlanan bölümde Stan Brakhage, Michael Snow, Ken Jacobs, Robert Breer, Hollis Frampton, Ernie Gehr, Jonas Mekas, Stan Van Der Beek, Jerome Hill, James Benning gibi ustaların filmleri, Türkiye’de ilk defa 35. İstanbul Film Festivali’nde, çekildikleri orijinal formatları olan 16mm kopyalarından, İstanbul Modern Sinema’da izleyicilerle buluşacak.

Otto Preminger: Bir Yönetmenin Anatomisi: İstanbul Film Festivali, sinema tarihinin en özgün, en bağımsız ve en yaratıcı yönetmenlerinden Otto Preminger’i, ölümünün 30. yıldönümünde, 10 önemli filminin yer aldığı özel bir bölümle anıyor. “Kara film” türünü başlatan, “Korkunç Otto” gibi lakaplarla anılan, sınırları zorlayan ve tartışmalara konu olan, filmlerinde tabulara yer veren Otto Preminger’i tanıma ve filmlerini yıllar sonra da olsa büyük ekranda görebilme fırsatı yaratacak bu özel seçki için, daha önce İstanbul Film Festivali’nin birçok özel bölüm ve etkinliğine afiş hazırlayan usta tasarımcı Yurdaer Altıntaş tarafından özel bir afiş de tasarlandı.

Festivalin Bol Yıldızlı Bölümleri: Akbank Galaları

İstanbul Film Festivali’nin en sevilen bölümlerinden Akbank Galaları’nda, yıldızları usta yönetmenlerle buluşturan ve sezonun merakla beklenen 10 filmin Türkiye’deki ilk gösterimleri gerçekleştirilecek. Akbank Galaları’nda bu yıl, Berlin Film Festivali’ni de açan Coen Kardeşler’in Yüce Sezar!’ından, ülkesinde tüm gişe rekorlarını kıran Arjantinli yönetmen ve aynı zamanda Uluslararası Altın Lale Yarışması Jüri Başkanı Pablo Trapero’nun Çete’sine, Fransız sinemasının ustalarından Claude Lelouch’un Bir Kadın Bir Erkek’ine kadar birbirinden ilginç, ödüllü, dikkat çekici yapım yer alıyor. Oscar adayı Brooklyn, ilk gösterimini Toronto’da yapan dokunaklı dostluk öyküsü Truman, usta oyuncu Maggie Smith’in başrolünde olduğu Zoraki Komşu ve Ben Wheatley’nin J.G.Ballard uyarlaması Gökdelen bölümün diğer filmlerinden. Akbank Galaları’nın öne çıkan filmlerinden Jeff Nichols’ın bilimkurgu filmi Midnight Special festivalin açılışını da yapacak.

Türkiye Sinemasının Başyapıtlarından 
Zeki Ökten İmzalı “Sürü” 38 Yıl Sonra Beyazperdede 

İstanbul Film Festivali, Groupama işbirliğiyle dokuz yıldır Türkiye sinemasının önemli yapıtlarının yenilenerek sinemaya yeniden kazandırılmalarını sağlıyor. Türk Klasikleri Yeniden projesi kapsamında bu yıl senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı, Zeki Ökten’in yönettiği, başrollerini Tarık Akan, Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz’in paylaştığı 1978 yapımı Sürü restore edildi. Atlas Post Production tarafından restore edilen Sürü, Tuncel Kurtiz’in 80. doğum yılı olan 2016’da, yapımından 38 yıl sonra yeniden beyazperdede izleyiciyle buluşacak.

Festival Bu Yıl da Çocukları Unutmadı 

35. İstanbul Film Festivali minik takipçileri için bu yıl iki Fransız filmini Çocuk Mönüsü kapsamında çocuklar ve aileleriyle buluşturuyor: Simon Rouby’nın Avrupa Film Akademisi ödüllerinde aday olan canlandırma filmi Adama ve Comtesse de Segur tarafından 1850’lerde yazılan kitaptan uyarlanan kahkaha dolu Sophie’s Misfortunes / Talihsiz Sophie.

Festivalin Konukları

İstanbul Film Festivali bu yıl da ağırlayacağı birçok konuk yönetmen ve oyuncuyu festival izleyicileriyle buluşturmaya devam ediyor. Festivale katılacak oyuncu ve yönetmenler, filmlerinin gösterimlerinden önce sinemalarda sunumlar yapacak ve gösterim sonrasında da izleyicilerin sorularını yanıtlayacak.

-Altın Lale Uluslararası Yarışma jürisinin başkanlığını üstlenen ve Akbank Galaları bölümünde Çete / El Clan filmi gösterilecek yönetmen Pablo Trapero ve oyuncu eşi Martina Gusman;
-Chevalier / Şövalye filminin oyuncuları arasında yer alan, Yunanistan’ın pop starlarından Sakis Rouvas;
-Musikişinas bölümünde izleyiciyle buluşacak As I Open My Eyes / Tam Gözlerimi Açarken filminin yönetmeni Leyla Bouzid;
-Sundance’te En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Belgica’nın yönetmeni Felix van Groeningen;
-Kolombiya’nın tarihteki ilk Oscar adayı filmi Embrace of the Serpent / Yılanın Kucağında’nın yönetmeni Ciro Guerra’nın
-10 yıl önce festivalin Uluslararası Yarışma bölümünde Radikal Halk Ödülü ve FIPRESCI Ödülü’nü kazanan Lucille Hadzihalilovic,
-Dört yıl önce La demora / Gecikme ile Altın Lale için yarışan, yeni filmi A Monster With A Thousand Heads / Bin Başlı Canavar ile Uruguay asıllı Meksikalı yönetmen Rodrigo Plá ve senaryo yazarı Laura Santullo;
-Crulic / Öteki Tarafa Yolculuk adlı canlandırma belgeseliyle 2012’de FACE Sinemada İnsan Hakları Yarışması Jüri Özel Ödülü’nü kazanan, son filmi The Magic Mountain / Sihirli Dağ ile festivalin konuğu olacak Anca Damian,
-Berlin Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Ayı’yı kucaklayan Fire at Sea / Denizdeki Ateş filminin yönetmeni Gianfranco Rosi;
-Filistinli kadınların işgal altındaki yaşamlarını ele alan filmi 3000 Nights / 3000 Gece programda yer alan, yönetmen Mai Masri festivalin konukları arasında olacak.

Festivalde Söyleşiler, Paneller, Sinema Dersleri…

35. İstanbul Film Festivali, film programıyla olduğu kadar söyleşiler, paneller ve sinema dersleriyle de yoğun bir etkinlik programı sunacak.

Altın Lale Ulusal Yarışma jüri başkanı oyuncu Müjde Ar bir söyleşide sinemaseverlerle bir araya gelirken Altın Lale Uluslararası Yarışma jüri başkanı yönetmen Pablo Trapero da bir sinema dersi verecek. Festivalin bu yılki özel bölümlerinden Işığın Peşinde: 70’ler Amerikan Avangard Sineması küratörü Burak Çevik ve yönetmen Herb Shellenberger, deneysel sinema üzerine bir panel gerçekleştirecek. Bu yılın özel retrospektif bölümü Otto Preminger: Bir Yönetmenin Anatomisi paralelinde Otto Preminger sineması üzerine sinema yazarı Nil Kural ve Edinburgh Film Festivali direktörü Chris Fujiwara bir söyleşi gerçekleştirecek. Ayrıca yönetmen Emel Çelebi ve Güliz Sağlam Türkiye’de belgesel yapımı üzerine, video sanatçısı Ali Kazma ise video sanatı üzerine birer panel gerçekleştirecek. Festival etkinlikleriyle ilgili güncel bilgileri film.iksv.org adresinden takip edebilirsiniz.

Festival Konserleri

Hem görsel hem de işitsel olarak büyüleyici müzik performanslarının peş peşe sıralandığı, Nijer yapımı Color Of Blue With a Little Red in It / İçinde Biraz Kırmızı Olan Mavi Renkte Yağmur filminin yıldızı Mdou Moctar festival kapsamında bir konser verecek. Geleneksel Tuareg müziklerine deneysel yaklaşımıyla dünya çapında ün kazanan gitarist, şarkıcı ve besteci Mdou Moctar 9 Nisan Cumartesi gecesi Salon İKSV’de olacak.

As I Open My Eyes / Tam Gözlerimi Açarken filminde anne rolünde etkileyici bir oyunculuk sunan Tunuslu şarkıcı Ghalia Benali, festival kapsamında bir de konser veriyor. Arap dünyasının en şaşırtıcı seslerinden biri olarak övülen ve Arap halk ezgileriyle geleneksel caz formlarını çağdaş chillout ve klasik Hint müziğiyle harmanlayan Ghalia Benali, 12 Nisan Salı akşamı Salon İKSV’de olacak.

Köprüde Buluşmalar

İstanbul Film Festivali Türkiye Sineması ve Ulusal Yarışma Tema Sponsoru Anadolu Efes’in destekleriyle düzenlenen Köprüde Buluşmalar Türkiye’den ve komşu ülkelerden yapımcı, yönetmen ve senaristleri uluslararası sinema profesyonelleriyle 11. kez bir araya getiriyor. Köprüde Buluşmalar kapsamında gerçekleştirilen Film Geliştirme Atölyesi, Yapım Aşaması Atölyesi ve sinema derslerinde uzun metrajlı kurmaca, belgesel projeleri ve yapımı devam eden filmlerin ilk uluslararası sunumları yapılacak ve sinema profesyonellerine yönelik birçok panel ve sinema dersi düzenlenecek. Ayrıca Film Geliştirme Atölyesi kapsamında düzenlenecek Komşular platformunda komşu ülkelerden projeler, sinemacılar ve kurum temsilcileri davet ediliyor. Araştırma ve ön görüşme yöntemiyle seçilen dört Komşular projesi Türkiye’den seçilen projeler ile birlikte katılacakları sunum çalışmasının ardından yapımcılar ile birebir görüşmeler yapacak.

Film Geliştirme ve Yapım Aşaması Atölyeleri sonunda uluslararası jüri tarafından seçilecek projelere ödülleri takdim edilecek. Film Geliştirme Atölyesi’nin sonunda uluslararası jüri tarafından seçilecek projelere TC Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 10.000 dolar destek Ödülü, Melodika Ses Post-prodüksiyon Ödülü ve Akdeniz Film Enstitüsü (MFI) Senaryo Atölyesi ödülü verilecek. Bu yıl beşinci kez düzenlenecek Yapım Aşaması Atölyesi sonunda da uluslararası jüri tarafından belirlenecek üç filme; Köprüde Buluşmalar destekçisi Anadolu Efes tarafından üçüncü kez 30.000 TL’lik Anadolu Efes Ödülü, renk düzenleme ve online kurgu işlemelerini kapsayan Digiflame Ödülü ve Başka Sinema Ödülü verilecek. Köprüde Buluşmalar ödül resepsiyonu 13 Nisan Çarşamba akşamı gerçekleştirilecek.

Festivalle İlgili Gelişmeleri Sosyal Medya Hesaplarımızdan Takip Edin

İstanbul Film Festivali ile ilgili tüm gelişmeleri; filmler, etkinlikler ve konuklarla ilgili bilgileri, programa dair ipuçlarını sosyal medya hesaplarımızdan takip edin, herkesten önce haberdar olun. Yarışmalarla eğlenin, programı yakından tanıyın, sürpriz hediyelerimizden kazanma şansını yakalayın. #istfilmfest16 etiketini kullanarak, siz de festival sohbetinin parçası olun. Ayrıca AppStore ve Google Play’den indirilebilen ve Vodafone Türkiye’nin katkılarıyla geliştirilen İKSV Mobil uygulamasıyla festivalle ilgili tüm bilgilere erişebilir ve AppStore’dan indirilebilen İKSV Kitaplık uygulamasıyla festival katalogunu iPad’inizden de okuyabilirsiniz.

#istfilmfest16
#izbırakanfilmler
facebook.com/istanbulfilmfestivali
twitter.com/ist_filmfest
instagram.com/istfilmfest
istfilmfest.tumblr.com
youtube.com/user/iksvistanbul

Festival biletleri ne zaman, nerede satışa çıkıyor? 

Festival biletleri 26 Mart Cumartesi günü 10.30’dan itibaren hizmet bedeli eklenmeden, tüm satış kanallarında aynı ücretlerle Biletix satış kanalları ile Atlas ve Rexx sinemalarında açılacak ana gişelerden satışa çıkıyor.

Bilet fiyatları 
Hafta içi gündüz seansları (11.00, 13.30, 16.00 ) yalnızca 8 TL;
Hafta içi 19.00 ve hafta sonu (11.00, 13.30, 16.00, 19.00) tam 18 TL, öğrenci ile 65 yaş ve üstü 14 TL;
Tüm 21.30 seansları 20 TL;
İstanbul Modern, Türkan Saylan Kültür Merkezi ve Hoca Ahmet Yesevi Kültür Merkezi’ndeki gösterimlerin bilet fiyatları 8 TL.

Festival gösterimlerinin başlayacağı güne kadar yapılacak bilet işlemlerinde tüm izleyiciler ön satış indiriminden yararlanacak.

Lale üyeleri her zaman olduğu gibi festival biletleri için ön satış ve %25’e varan özel indirimlerden yararlanacak. Öncelikli biletler, Atlas ve Rexx sinemalarının yanı sıra Lale Kart İletişim Merkezi ve Biletix web sitesinden (www.biletix.com) ) ve Biletix satış noktalarından alınabilir. Lale Kart üyeleri için ön satış dönemi: 22 Mart (Siyah ve Beyaz Lale üyeleri), 23-25 Mart (Kırmızı ve Sarı Lale üyeleri).

Festival Sponsoru AKBANK, Axess Kart sahiplerine festival boyunca hafta içi gündüz seansları hariç satın alacakları biletlerde %20 özel indirimden yararlanabilecekleri bir avantaj sağlıyor.

Sinemaseverlerin iki hafta boyunca elinden düşürmediği, filmlerin bilgileri, festivalin çizelgesi, etkinlikleri ve tüm detaylarını içeren festival katalogu, 19 Mart Cumartesi'den itibaren Atlas ve Rexx sinemalarından ve İKSV'den 5 TL’ye alınabilir.

35. İstanbul Film Festivali’nin destekçileri 

35. İstanbul Film Festivali bu yıl 20’nin üzerinde kurumun desteğiyle gerçekleştirilecek. TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü bu yıl da festivale büyük destek veriyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Beyoğlu Belediyesi de festivale verdiği tanıtım desteğini sürdürüyor.

Festival Sponsoru Akbank’ın yanı sıra festivale 6 tema sponsoru destek veriyor:

-Anadolu Efes“Ulusal Yarışma ve Türkiye Sineması”
-Sabah Gazetesi“Dünya Festivallerinden”
-ATV“Yıllara Meydan Okuyanlar”
-NTV“NTV Belgesel Kuşağı”
-TLC“Antidepresan”
-Nescafé Gold“Genç Ustalar”

Festivalin sevilen bölümü “Akbank Galaları” yine Akbank’ın sponsorluğunda düzenlenecek.

İstanbul Film Festivali, Groupama sponsorluğunda dokuz yıl önce başlattığı “Özel Gösterim: Türk Klasikleri Yeniden” bölümüyle Türkiye sinemasının önemli yapıtlarını yıllar sonra yeniden beyazperdeyle buluşturmaya devam ediyor.

Limits Off İstanbul Film Festivali’ne Katkı Sağlayan Kuruluş olarak destek veriyor.

35. İstanbul Film Festivali konuklarını Renault taşıyor.

35. İstanbul Film Festivali, 2015 yılında olduğu gibi 2016’da da Goethe-Institut Istanbul, German Films ve Kino 2016 ile işbirliğini sürdürüyor.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın tüm festivallerine Öncü Sponsor Eczacıbaşı Topluluğu, Resmi İletişim Sponsoru Vodafone Türkiye, Resmi Taşıyıcı DHL WORLDWIDE EXPRESS ile Sigorta Sponsoru Zurich Sigorta, Sağlık Sponsoru Memorial Sağlık Grubu ve Servis Sponsorları GFK, directComm ve AGC destek veriyor.

ÇOCUKLAR

$
0
0
Birdenbire sever çocuklar
Baharda açan badem çiçekleri gibi

Yağmurun yağacağını
Rüzgarın eseceğini
Aynanın küseceğini
Güneşin yakacağını bilmeden
Birden bire severler de
Sevmeyi yavaş yavaş unuturlar

Birdenbire büyümez çocuklar
Birdenbire severler
Zeytin ağaçları gibi çiçek açtıklarında
Sevgiyi yeniden öğrenir çocuklar

HASRET

$
0
0
Etrafıma tuğla diye insan dizseler:
Sensizlik bulur beni, içimde gezer.

Gitmesen olmaz mı

$
0
0
Solgun yüzünde bir uçuk tebessüm
Ayrılık vaktinde şafak sökerken
Uzun güne karşı koyamaz göğsüm
Gitmesen olmaz mı? 
                                           Daha çok erken...

Bekle biraz ne olur! Ezan okunsun.
Güneş usulcacık tüle dokunsun.
Söyle: neden mahmur, baygın, mahzunsun?
Gitmesen olmaz mı? 
                                          Çok da yorgunsun.

Bir saat çalacak komşu bir evde,  
Kumrular uyanıp bir yakın yerde,
Kuşlar ötecek pencerelerde...
Akşama yeniden geleceksen de; 

                                          Gitmesen olmaz mı?

Mustafa Polat: Âşıktı, Şairdi ve Dosttu...

$
0
0
Şair Mustafa Polat
Genç yaşta aramızdan ayrılan şair yazar ve edebiyatçı Mustafa Polat ölümünün 30. yılı münasebetiyle ilk defa ESKADER’in düzenlediği Bâbıâli Sohbetleri’nde yâd edildi. En yakın dostları ve ailesi, duygulandıran konuşmalarında, Polat’ın kısa hayatı boyunca hafızalardan silinmeyecek derecede örnek bir şahsiyet olduğunu belirttiler. Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin (ESKADER) her hafta Timaş Kitap Kahve’de düzenlediği Bâbıâli Sohbetleri’nde bu hafta genç yaşta Hakk’a yürüyen şair yazar ve edebiyatçı Mustafa Polat anıldı. Ölümünün 30. yılında yâd edilen ve yakın çevresi tarafından müstesna bir kişilik olduğu vurgulanan Polat’ı programda anlatan kalabalık konuşmacı grubu ve onları dinleyen misafirler, duygulu anlar yaşadılar ve muhabbetle yâd ettiler. Birlikte aynı sofrada oturduğu, çalıştığı ve zamanının büyük bir kısmını birlikte geçirdiği yakın dostlarından Mehmet Ali Bulut, İlhan Öztin, Coşkun Çokyiğit, Cemil Ertonga, Şeref Oğuz, Latif Salihoğlu, Abdullah Eraçıkbaş, Muammer Erkul, Ali Hakkoymaz, Hanifi Kayan’ın yanı sıra annesi Türkân Polat hanımefendi ile kardeşi Nedim Polat, Mustafa Polat’ın benzersiz vasıflarını, bilinmeyen yönlerini anlattılar. Programda daha önce okuyucu ile buluşmamış şiirlerinin kitaplaşması ve kendisi için bir anma kitabı hazırlanması konusunda bir an önce adım atılması gerektiği vurgulandı.

ŞİİRLERİ KİTAPLAŞTIRILMALI

Programın açılış konuşmasını gerçekleştiren ve toplantıyı yöneten ESKADER Kurucu Başkanı, edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım, Mustafa Polat’ın ardından güzel hâtıralar ve muhabbet bıraktığını ifade ederek, bu güne kadar böyle bir toplantının yapılmadığını, bundan sonra daha sık hatırlanması için örnek bir toplantı olmasını dilediğini belirtti. “Mustafa Polat’ı bundan sonra hiç unutmayacağımıza inanıyorum.” diyen Yardım, yakın tarihte Sefa Kaplan’ın okuyucu ile buluşacak olan Oğuz Atay kitabında Mustafa Polat’tan bahsettiğinin de vurgusunu yaptı. Bir dönem Mustafa Polat ile aynı evde yaşadıklarını kaydeden Mehmet Nuri Yardım, Polat’ın vefatının fakülte hocalarını da çok üzdüğünü belirterek, “Eminim ömrü vefa etseydi, şimdi bir üniversitede profesör olarak kendinden sonraki nesillere ve bizlere büyük faydaları dokunacaktı.” dedi.  Mevcut şiirlerinden bir kitap oluşturulması ve en kısa zamanda yayımlanması konusunda acele edilmesi gerektiğini söyleyen Yardım, yakın dostları olarak bir anma kitabı derlenmesi gerektiğinin de altını çizdi.

HAKİKİ BİR ŞAİRDİ

İlk sözü alan gazeteci yazar Mehmet Ali Bulut, Mustafa Polat’la kısa da olsa bir dönem ağabey kardeş kadar yakın olduklarını söyleyerek, geçirdikleri zaman dahilinde gülümseten hoş hâtıralarına yer vererek şunları söyledi:
“Oturduğumuz ev bütün dostlara açık, tekke gibi evdi. O ev için sık sık söylediği bir cümle vardı: ‘Buraya gelen ermişler sapıtır, sapıtanlar erer.’ Bunu saplantılı ve sabit fikirli insanlardan pek haz etmediği için söylerdi. Hakiki bir şairdi. Gidişi ile müthiş bir acı yaşadım. Onunla öyle çok hâtıram vardır ki, yazdığım Derviş ve Zinha romanında onu ikinci kahraman yaptım. Bir gönül dostuydu.”

Gazeteci yazar İlhan Öztin, Mustafa Polat’ı çok sevdiğini dile getirerek İstanbul’a ilk geldiğinde kalacağı medresede gördüğü ilk günden itibaren yakın dostluklarının başladığını ifade etti. “Onunla ilk kucaklaşmamızda dostluğu meydana getiren o akış yaşanmıştı. Babamı erken yaşta kaybetmiş biri olarak Mustafa’yı kaybedişim ölümün acısı ile tanıştırdı beni.” diyen Öztin, bu kaybedişin acısını uzun süre üzerinden atamadığını belirtti.

ÂŞIKTI, ŞAİRDİ VE DOSTTU

Gazeteci yazar Coşkun Çokyiğit, aynı evde kaldığı Mustafa Polat’ın vefatının nasıl gerçekleştiğini anlatarak, büyük bir şok yaşadığını ve bu şokun etkisinden uzun süre kurtulamadığını anlattı. “Gülümsemesini, arkadaşlığı, sevmeyi bilen bir insandı. Onunla ev arkadaşıydık. Ölümüyle yaşadığım travmayı üzerimden çok zor attım. Bir Ramazan günü vefat etmişti. Eve geldiğinde cenazesi ile karşılaşmıştım. O anı hiç unutamıyorum. Âşıktı, şairdi, dosttu. Ona bir şey anlattığınızda mutlaka rahatladığınızı hissederdiniz.” diyen Çokyiğit, en stresli olduğu zamanlarda edebiyat şiir üzerine yaptıkları sohbetlerle rahatladıklarını, bu sohbetlerin kendisine çok şey kazandırdığını ifade etti. Polat’ın kitaba düşkünlüğünden de bahseden Çokyiğit, “O yaşta ciddi bir kütüphaneye sahipti. O kütüphaneyi gördüğümde onun okumadaki ve fikri derinliğini anlamış, ona daha çok saygı duymuştum.” dedi.

“HİÇ ANILMAYACAĞINI SANIYORDUM”

Yine bir dönem Mustafa Polat ile ev arkadaşlığı yapmış olan Cemil Ertonga, gülümseten birçok hâtırasını naklettiği konuşmasında, Polat’ın ruhu büyük bir insan olduğunu kaydetti. “Ali Hakkoymaz ve Mustafa Polat ile 12 Eylül’ün ardından siyasî bakış açımda bir karmaşa yaşadığım bir dönemde aynı evde kalmaya başladım. Bu bir arkadaşlık bana çok şey öğretti. Onlardan yaşça küçüktüm ancak üçümüz de kitap âşığıydık. Bu yüzden çok defa parasız kalırdık.” diyen Ertonga, Mustafa Polat’ın herkese nüktedan bakan bir insan ve gerçek bir edebiyatçı olduğunu vurguladı. Sabah gazetesi yazarı Şeref Oğuz, Mustafa Polat ile Tercüman gazetesinde bir arada çalıştıklarını anlatarak “Kâğıtlarımın kenarına şiirler yazardı. Bende birçok fotoğrafı var. En kısa zamanda bunları derlemek ve yakın dostları ile paylaşmak istiyorum.” dedi. Anne ve babasının Eyüp Mezarlığı’nda Mustafa Polat’a komşu olduklarını söyleyen Oğuz, Eyüp’ten her geçişte üçünü aynı anda hatırladığını ifade etti. Mustafa Polat için böyle bir toplantı düzenlenmesi yönünde hiçbir umudu olmadığını belirten Şeref Oğuz, bu toplantı için mutlu olduğunu söyledi.

GÖK HEKİMİYDİ

Yeni Asya gazetesinden Latif Salihoğlu, Mustafa Polat’ın ilk gençlik arkadaşı olduğunu söyleyerek, tanışmalarını ve Malatya günlerini anlattı. Kendisi anarşiye meylederken Polat ile tanışmasının bu fikrini değiştirdiğini anlatan Salihoğlu, “Ensar ruhu ile benim gibi bir muhacire sahip çıkması çok anlamlıydı. Ona çok şey borçluyum.” dedi. Sonraki yıllarda İstanbul’a geldikten sonra da görüştüklerini kaydeden Latif Salihoğlu, gencecik yaşında Tercüman gazetesinde “Elveda Rumeli” başlıklı geniş yazı dizisini hazırlayabilecek ehliyette olmasının çok önemli olduğuna dikkat çekti. Yeni Asya yazarlarından Abdullah Eraçıkbaş, Mustafa Polat’ın genç yaşta vefat etmesine rağmen iz bıraktığını belirterek, “Adı ile benzerlik Taşıyan Mustafa Nezihi Polat da genç yaşta vefat etmişti. Bu yüzden kaderleri de benziyor. Eyüp Mezarlığı’nda da birbirlerine komşu olarak yatıyorlar. Ne zaman evine gitsem kitaplardan adım atacak yer bulamazdım. O bir gök ekindi.” dedi.

KİTAP ÂŞIĞI

Yazar ve çizer Muammer Erkul, genç yaşlardayken erken ölümün endişesini taşıdıklarını ve tam bunları düşünürken Mustafa Polat’ın vefatı ile büyük bir şaşkınlık ve yıkım yaşadığını anlattı. “Onun vefatını duyduğum anı bir daha yaşamak istemem. Büyük bir şoktu. Bütün arkadaşlar çok sarsıldık. Çok yakışıklı bir insandı. Çok zeki bakan insanın içini okuyan bakışları vardı. Nişanlısı Ayfer Hanım, onun ardından başka birini sevmedi ve kanser yüzünden vefat etti.” diyen Muammer Erkul, Mustafa Polat’ın bir Ramazan günü doğmuş ve ölmüş olmasının da enteresan bir kesişme olduğunu kaydetti. Şair ve yazar Ali Hakkoymaz, Mustafa Polat’ın nitelikli insanlarla birlikte olmayı yeğlediğini, yaşarken de övgüyü hak eden insanlardan olduğunu ifade etti. “Onun varlığı 30 yıldır, içimde bir çığlık, bir ağıt.” diyen Hakkoymaz, birlikte aynı evde yaşadıkları acı tatlı hâtıralara dair kaleme almış olduğu şiirini seslendirdi ve Mustafa Polat’ın felsefesinin kimseyi kırmamak olduğunun altını çizdi. Cağaloğlu’ndaki Kubbealtı Fotokopi’nin sahibi Hanifi Kayan, Mustafa Polat ile tanıştığı yıllarda Beyazıt Meydanı’nda eski kitap sergisi olduğunu ve Polat’ın bu sergiyi sık sık ziyaret eden bir kitap âşığı olduğunu vurguladı. “Yıllar boyu kitaplarla haşir neşir olduk. Onun öldüğüne hâlâ inanamıyorum.” diyen Kayan, hayatının unutulmaz insanlarından biri olduğunu kaydetti.

GÜZEL BİR HAYATA GÜZEL BİR ÖLÜM

Son konuşmacılardan Mustafa Polat’ın kardeşi Nedim Polat duygulu anlar yaşayarak konuşmakta oldukça zorlandı. Ağabeyi dershanelerde kaldığı için kendisiyle çok uzun yıllar bir arada olamadığını anlatan Nedim Polat, “Uzak şehirlerde olmamızdan dolayı ölüm haberini gazete ilanından öğrenmiştim. Benim için büyük bir yıkımdı.” dedi. Son sözü alan annesi Türkan Polat, Mustafa Polat’ın yaşadığı kısa hayatında İslâmî prensiplerden hiçbir şart içinde  taviz vermediğini, Mustafa’nın Hakk nazarında güzel bir yerde olduğuna inandığını belirtti. İstanbul’a ziyarete geldiği zamanlarda öğrencilik dönemlerinde kitaplara olan düşkünlüğünden yiyip içmesine dikkat etmediğine şahit olduğunu ve bunun kendisini üzdüğünü anlatan Türkan Polat, geriye çok güzel izler ve hâtıralar bırakmış olmasından dolayı mutlu olduğunu ve onu kaybettiği için hiçbir zaman kahırlanmadığını, tevekkülle sabır gösterdiğini ifade ederek “Böyle güzel hâtıralarını dinleyebildiğim bir toplantı düzenlediği için ESKADER’e teşekkürlerimi sunarım. Beni çok mutlu ettiniz.” dedi.

Büyük bir coşku, hüzün ve neşe içinde geçen ve iki saat boyunca dikkatle takip edilen program sonunda Mithat Damar Hoca, bir aşrı-ı şerif okudu ve hâtıra fotoğrafları çekildi.

Elif Sönmezışık (Sanatalemi.net)

Bir de rüya yorumculuğu tarafımız var!

$
0
0
Sinemanın 100. Altın Portakal'ın 51. yıldönümü özçekimi
Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel imzalı, festival davet metni, okuduğum en
ilginç davet mektuplardan biri. Şöyle başlıyor: "Gelenekten Geleceğe söylemiyle yola çıkan, yerelden evrensele yenilikler ve ilklerle hayata geçecek 51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, 10-18 Ekim 2014 tarihleri arasında perdelerini açıyor. Yarım asırlık tarihinin büyüsüyle Türkiye sinemasının ‘yaşayan belleği’ niteliğini koruyan Antalya Altın Portakal, 51. yılında bugüne kadar onu var eden her değere sahip çıkarak geleceğe uzanırken gelenekten güç alarak eskisinden de etkili bir festivalin temellerini atıyor.


Baba'nın yönetmenine
soru sorarken: konuk!
“Gelenekten geleceğe, yerelden evrensele, eskisinden daha etkili bir festival, tarihinin büyüsü, yaşayan bellek, onu var eden her değere sahip çıkmak” gibi seçilmiş cümleler, Menderes Türel’in 2004 yılında başlattığı ancak 2009 yılında yarım kalan “Antalya’ya yakışır, modern ve etkili festival” iradesini yansıtıyor. Anlaşılan o ki, bu heyecan, hiç dinmemiş! Türel, yeniden işbaşına gelir gelmez film festivaline daha önce verdiği değerle aynı ama bu sefer sağlam bir kavrayışla desteğini sürdüreceğini İstanbul’da bizzat ilan etmişti.

Mektubun bir diğer bölümü de şöyle: Avrupa’nın en uzun soluklu film festivalleri arasında yer alan ve ülkemizin en önemli kültür sanat etkinliği olan Antalya Altın Portakal, Türkiye sinemasının küresel başarılara imza attığı ve Türkiye sinemasının 100. yılını kutladığımız 2014’te gelecek nesillere emanet edeceği bir festival kültürü yaratıyor.

Rüya anlatan bir başkan
beklemekten yorulmuş
muyum ne?
 
Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin, Başkan Türel’in hayal ettiği, rüyasına gördüğü bir festivale dönüşmesinde hiçbir mani yok gibi görünse de bu yolun çok çetin, dikenli ve zor olduğunu kendisi de bizler de iyi biliyoruz. Başkan’a bütün festivali içerik ve biçim olarak izledikten sonra bu sütundan kendisini hiç yanıltmadan düşüncelerimi yazma sözü veriyorum.

Şimdilik elimden bu kadarı geldiği için. Çünkü Türel ve onun gibi ruh dünyalarımız, rüyalarımız ve gelenek gelecek arasında köprüler kurma sevdamız üç aşağı beş yukarı aynı olan yetkililer, bizleri bugüne kadar hep seyirci, izleyici, konuk olarak davet ettiler. Oysa bizim bir de rüya yorumculuğu tarafımız var!

Başkana bu çetin yolda, feraset, aydınlık ve başarı diliyorum.



Hollywood tipi Haçlı Sineması örneği: Dracula Untold

$
0
0
Kanuni'yi Balkanlar'da acemi oğlanı
toplanışını izlerken gösteren bir minyatür.
1100 yılından itibaren Marmara denizi üzerinden, Anadolu, Suriye, Kudüs ve Mısır’a doğru uzanan 'hat'ta, 350 yıl boyunca süren bitmez tükenmez Haçlı seferlerinin önündeki tek engel,  Orta Asya’dan gelip bu coğrafyayı tavattun eden Türkler olmuştur. 1075 yılında İznik Başkentli Anadolu Selçuklu Türk devletini yıktıktan sonra Anadolu topraklarında yeşeren “Selçuklu Barışı”nı da yerle bir eden Haçlılar, Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü geri almasından sonra bile durmamışlar ve bütün bu coğrafyayı tıpkı bugün Avrupa Birliği ve ABD’nin el ele vererek bir savaş çöplüğüne döndürüş gibi perişan etmişlerdir. Ta ki, Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethedip, Haçlıları Doğu Avrupa’ya sürmeye başladığı zamana kadar…
15. Yüzyıl Batısı, hurafelerin, korkuların, yalanların, dini kandırmacaların, siyasi şarlatanlıkların, feodal zorbalıkların vatanıydı. Bütün Avrupa Engizisyon sorgucuların cadı avıyla çalkalanıyor, sapkın Hristiyanlar ve Yahudilerin ateşe atılarak yakılması suretiyle “kebapçı dükkanı gibi tütüyor” ve kıta Karanlık Dönem” yaşıyordu. Türk Hakanları ise çağlarının en iyi sivil ve askeri eğitim almış liderleri olarak feodal zalimliğe karşı daha adil bir düzenle toplumları kendi din, dil, mezheplerine göre “milletlere” ayırıp görece özgür bırakarak bir “Osmanlı Barışı” kurmaya çalışıyorlardı.  
Türkler, son Haçlı Seferi’ni II. Murat komutasında Varna’da tarihe gömmüş, Haçlı saldırganlığını ta Macaristan, hatta Almanya’ya kadar sürmüş, Batı Roma’yı fethedecek duruma gelmişti. Papalığın, feodalizmin demir yumruğu altında ezilen cahil ve yoksul insanlara dini merhametle yaklaşmak yerine onları Cennet tapusuyla istismar etmesi işin bir başka boyutuydu.
Prof. H. İnalcık'ın kapağına
koyduğu hilal madalyonun
üzerinde, 
"Papacı 
olacağına Türk ol!"
yazmaktadır.

En çok bel bağladıkları en yüksek dini otoritenin ikiyüzlülüğü karşısında, adil Türk idaresinin ışıltısına kapılan mağdurlar, “Türk olmak” gibi bir yolu seçiyor veya en azından Türk egemenliğini Papalığa, feodal prenslere veya diğer otoritelere tercih ediyorlardı. Ta Osman Gazi’nin silah arkadaşlığını tercih eden Gazi Köse Mihal Bey’den beri “Türkleşenler” veya Türk’e muhabbet duyanlar ise Batılı din adamları, feodal prensler ve diğer güç odaklarını korkutuyordu.
Bu yüzden bilhassa dini bir söylem kullanılıyor, Türkler şeytanın askerleri aşağılaması ile nitelendiriliyor, Türk olanların (İslamiyet’i seçenler Türk’leşmiş kabul ediliyordu) cehennemde yanacak lanetlenmiş kâfirler oldukları gündelik dilden edebiyata oradan da felsefeye kadar yer bulabiliyordu (Bu konuda geniş bilgi için: Onur Bilge Kutlu, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi ile Batı Edebiyatında Oryantalizm –I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). Günümüzde Haçlı edebiyatı olarak nitelendirilen bu dil, öteki yaratmak için bulunmuş ve sonuna kadar kullanılmıştı (Bak: Daniel J. Vitkus'un “Othello'da Türkleşme Olgusu: Mağripli'nin Dönüşümü ve Lanetlenişi, Çev: Çeviri: Burç İdem Dinçel. web adresi: http://www.journals.istanbul.edu.tr/iutiyatro/article/viewFile/1023016191/1023015362).
11 Eylül’den sonra  “Kutsal ağaç, kutsal kazık” anlamındaki yine bir ‘dini imge’den yola çıkarak isimlendirilmiş Hollywood sineması, aynı ‘dil’i bir kere daha devralarak sinemaya taşımış bulunuyor. Kelimenin tam manasıyla Orta Çağ feodal egemenler ve ötekileştirici dini literatürdeki söylemi kastediyorum. Hollywood bu dili önce genel anlamda İslamiyet, İran ve selefi Müslümanlar için kullandı. Pek çok filmde, Müslümanlar ötekileştirildi. Açıkça terörist ve düşman ilan edildi. Bu sanatın arkasına gizlenmiş örtülü ifadelerle ima edilen bir bilinçaltı çalışması değildi. Doğrudan bir ifadeydi… Nedenini hala anlayamadığım bir sebepten dolayı kimi fevri çıkışlara rağmen Türkler bu söylemin dışında tutulmaya çalışıldı. Bazı dizilerde, filmlerde çok küçük göndermeler olsa bile bunlar mesela Şiî İranlılar ve Selefiler uygulanan dilden farklıydı. Ama işte sonunda Holywood, uzun zaman içinde tuttuğu Türk düşmanlığı zehrini salıverdi. Tıpkı Drakula: Untold’da mağarada saklanan Master Vampire gibi…

Drakula Untold'un yaratıcıları 
acemi mi, kötü niyetli kişiler mi?

Drakula Untold’un hikâyesi, Vlad Drakul ve Sultan II. Mehmet gibi iki gerçek tarihi karaktere dayanıyor. Yardımcı karakterlerden Hamza Bay de (Paşa) öyle. Doğrudan gerçek karakterleri gerçek isimleriyle anıyor, ancak öykünün devam eden macerası içinde sinema sanatını bir yalanlaştırma makinesine dönüştürmekte beis görmüyorlar. Fatih sultan Mehmet Gebze’de, otağında eceliyle öldüğü halde, filmin finalinde Drakula onu boynundan ısırıyor, kanını içerek öldürüyor. Bu ırkçı ve kindar ve nefret içeren öyküleme hangi hakla sanata mal edilebiliyor anlamak güç? Diğer yandan Vlad Drakul (filmdeki adıyla Kazıklı Prens), kendi milleti dahil olmak üzere her türden insanı işkenceyle katletmekten zevk alan, “dini fanatizm ve patolojik zalimliğin” pençesindeki bu hasta adam, Hz. İsa’nın Çile’sini yüzyıllar sonra yeniden yaşayan bir masum gibi gösteriliyor! 

Prens Vlad, filmde, acınacak derecede anokronik yani ultra modern ailesi ve devlet erkânı ile şatosunun salonunda Paskalya’yı kutlarken Hamza Paşa (Bey) tarihi gerçeklere aykırı olarak tolgasını çıkartıp bir er gibi elinde tutmuş halde (Bir başka görüşmede Türk elçiler, başlarını açmadan görüşmeye girdikleri için Vlad onların sarıklarını üçer çivi ele kafalarına çiviletmiştir!) geliyor, 1000 çocuk, Valad’ın oğlu Ingeras ile yıllık haracı istiyor. Prens Vlad, karısının şiddetli itirazları yüzünden oğlunu ve tabii diğer çocukları vermekten imtina ediyor. Sonraki bir sahnede Hamza Bey ve yanındakileri hem de tek başına kılıçtan geçiriyor. Bundan sonra başına gelebilecekleri bildiği için bir dağın tepesinde tesadüfen yerini öğrendiği “Master Vampire”in (Charles Dance) kendisini ısırmasını sağlıyor. Ustası ona üç gün boyunca insan kanı içmediği takdirde hayatına normal bir insan gibi devam edebileceğini söylüyor. Vlad, Fatih’in ordusu kapıya dayandığı için bu perhizi yerine getiremiyor. Eşinin kanını içiyor. 


Üç gün sonra yeniden hayata dönüyor ama artık bir Drakul (Şeytan) oluyor: Hz. İsa’nın bedenini kuzuları için feda etmesini Vlad’a yükleyerek onu da ailesi ve halkı için kendini feda eden bir kahramana gibi gösterme histerisi karşısında bilinçli seyircilerin küçük dilini yutmamasına imkân yok. Dünyanın geçmişinden ve nereye gittiğinden bihaberler zaten bu anlattıklarımın hiçbirini dert etmez. İçten içe milli kültüre düşman olanlar ise mesela entel eleştirmenler, bu filmi sadece sinema tarihi bağlamında değerlendime darlığı ve sığlığına bilerek düşerler! Sözün kısası bu sahne, sinema sanatı için apaçık bir zorlama olduğu gibi dine hakaret olarak algılanmalıdır.
Bir Resulün, kutsal kitaplara girmiş hikâyesini alıp Şeytan’a dönüşen bir zalim için kullanmak gibi din dışı, akıl dışı, tarih dışı aynı zamanda sanatın tahammül sınırları dışında iş yapan bu üçlünün, sinema eleştirmenlerince tıpkı Drakula gibi lanetleneceğini umarak tarihi gerçeklere dönmek istiyorum.

Ancak ondan önce şunu belirtmekte fayda umuyorum: Tüm film boyunca kötülüğün, felaketlerin, zulmün, zalimliğin, ahlaksızlığın sebebi olarak doğrudan Türk kelimesinin kullanılması, film ekibinin, Drakula Untold’u sinema sanatı yapmak için değil, bir ulusu kötülemek, aşağılamak üzere yaptığını apaçık biçimde gösteriyor. Yukarıda da belirttiğim gibi Haçlı Edebiyat diskurunu devralan Hollywood ekibi, aslında filmin adını Drakula Untold olarak seçerken de aynı Haçlı kafanın emrinde görüyor. Untold, İngilizce “söylenmemiş, anlatmamış” manalarına gelen bir kelime. Ekibin bugüne kadarki Drakula filmlerinde anlatılamayanın, söylenmemiş olanın bir Master Vampire olduğunu söylemeleri ise hiç inandırıcı gelmiyor.


Bram Stoker, aşağıda Norman Davies’den naklettiğim kısımda da görüleceği gibi, çok erken dönemde kitaplara geçen Vlad Drakul’un hikâyesini araştırırken Osmanlı ve İngiliz’ler arasında çift taraflı casusluk yaptığı bugün apaçık ortaya konulan Armin Vembery gibi pro-aktif adamdan etkilenmiş görünüyor. Üstelik Drakula romanının üçüncü kısmında Kont Drakul, Jonahthan’a çektiği nutukta ülkesinin pek çok ulusça istila edildiği belirtiyor. İşte film ekibinin kötü niyeti diyebileceğim tutumu burada da kendini gösteriyor. Türk soylu olsun olmasın Drakula’nın bahsettiği, bütün zamanlar boyunca Eflak’ten gelip geçmiş bütün kavimleri Türk isminde birleştirerek belirli bir zamanı, belirli bir milleti yani Türker’i ve çağ açmış bir Türk Hakanı olan Fatih Sultan Mehmet’i aşağılamış oluyor!
Tüm dünyada izlenecek bu film boyunca kötülüğün geçtiği her yerde tekrarlanan Türk isminin dünya seyircisi üzerinde bırakacağı etkiyi düşünün!

Tüyler diken diken oluyor!

İşin bir diğer üzücü yanı ise bu filmin Türkiye’de gösterilmesinden milliyetçi-muhafazakar çevrelerin hiç mi hiç etkilenmemiş görünmesi. Sosyal medyada klavye silahşorluğu ile vakit geçiren ve artık diji-kafalı muhafazakarlara dönüşenler, en azından sanal ortamda bile filmin içerdiği kötü fikri ve aşağılamayı deşifre edebilirlerdi. Nerede?

ALTYAZI
Vlad Drakul, Kazıklı Voyvoda, Vlad Tepeş… 
Tarih kitaplarına geçen pek çok ismi bulunan 
bu zalim despotun gerçek karakteri nedir, 
bunu büyük bir Osmanlı tarihi yazmış olan 
Alman tarihçi Hammer’den aktarayım:

Hammer Tarihi’nden

Kazıklı Voyvoda, Vlad Tepeş,
Vlad Drakul vs vs...
“Padişah, Trabzon seferinden döner dönmez, Eflak Voyvodası Vlad tarafından harp meydanına davet olunmuştur. Bu voyvoda, mahir ve gaddar bir zalimdi. Macristan, Eflak ve Türkiye vakayinameleri –korkunç tabiatını oldukça gösteren- üç muhtelif nam ile yâd ederler. Vlad, Macarlar tarafından umumiyetle “Drakul – Şeytan”, Ulahlar tarafından “Çpelpuç – Cellat”, Türkler tarafından “Kazıklı Voyvoda” diye isimlendirilmiştir. Yılanca vahşeti hakkında bir fikir hâsıl etmeye kifayet etmek üzere, şu birkaç vakayı nakledeceğiz:
En sevdiği gösteri, kazık işkencesi idi; bilhassa kazıklara vurulmuş ve işkencelerle can vermekte olan Türklerin teşkil etmiş oldukları kalın bir dairenin ortasında sarayının halkıyla birlikte yemek yemekten pek büyük haz duyardı. Eline Türk esirleri geçince, ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile ovuşturulmasını ve ondan sonra elem ve azabın artması için keçilere yalatılmasını emrederdi. Kendisine gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak kendilerini tanıtmak protokolünden istinkâf etmeleri ile babalarının adetlerine uygun olarak ve daha kuvvetli bir surette başlarında durması için sarıklarını üçer çivi ile başlarına çaktırmıştır.

Vlad'ın yerken manzarası
Bir gün memleketin bütün dilencilerini büyük bir ziyafete çağırarak, iyice doyurduktan sonra, sofra masasını ateşe verdirip hepsini yakmıştır. Bir defa da bir takım zavallı kadınların memelerini kestirerek, onların yerine çocukların başlarını kestirip yapıştırtmıştır. Çocukları validelerinin ateşte kızartılmış etlerini yemeye zorlamıştır. İnsanların sebze gibi doğramak ve çömlek içinde pişirip kaynatmak için hususi usuller icat etmiştir. Bir gün eşek üzerinde tesadüf ettiği bir papazı, eşekle beraber kazıklatmıştır. Başkasının maline el dokundurulmamasını va’zetmiş bir rahip, sofrada Drakul’un kendisine ayırdığı bir ekmek parçasını almış olmasından dolayı, hemen orada kazığa vurulmuştur.
Sevgililerinden biri kendisini yanlışlıkla hamile zannetmesi üzerine, canavar bizzat kadının karnını yarmıştır.
En büyük şenlikleri birçok adamları birden işkenceye koymaktı. Lisan öğrenmek için Eflak’e gönderilmiş olan 400 Macaristan ve Transilvanya delikanlılarının hepsini birden ateşte yaktırmıştır.
600 Bohemya tacirini Pazar yerinde kazığa vurdurmuştur. Asilzadegandan kedisine şüpheli görünen 500 kişi –bulundukları kazadaki ahalinin doğru bir defterini vermemiş oldukları bahanesiyle- yine kazığa oturtulmuşlardır.
Fakat bunların cümlesi, Osmanlıların aleyhindeki muharebesinde Bulgaristan ahalisi hakkında yapmış olduğu katliama nispetle hiçbir şey hükmündedir.
Bu kan dökücü, Eflak hükümetine Sultan Mehmet’in yardımı ile nail olarak, erkek, kadın, çocuk 20 binden ziyade insanın az vakit içinde telef edilmesi suretiyle kuvvetini teyit etmişti. Padişah onun mezalimi için değil, Matyas-Korvinos’a elçiler gönderdiği ve hazineye senelik 10 bin duka vergiyi tediyye hazır olduğunu beyan ederek ve fakat bundan başka talep olunan 500 delikanlıyı göndermekten ve ve bizzat Bab-ı Hümayun’a gelmekten imtina etmiş olduğu için hükümetini yıkmak istiyordu.
Vlad’ın ele geçirmesine müsait bulunmuş olan Eflak’ı da onun biraderi Radul’e vermek arzusunda idi. Bu Radul, kardeşinin hükümetini alabilmek için II. Mehmet’in menfurca arzularına teslimiyet göstermek şenaatinde bulunmuştur. Padişah Radul’u en ziyade şunun için severdi ki, delikanlı evvela elindeki kılıçla kendini müdafaa etmişti. Fakat ikbal hırsı sonraları II. Mehmet’in açıktan açığa mahbubu olmasına karar verdirmiştir. Vlad’ı itaat altına almak için, Padişah evvela –II. Murad’ın şarapdarı olup daha sonraları donanma kaptanı ve Mora valisi ve en son olarak da Vidin Valisi olan- Çakırcı Hamza Paşa’yı- ve eskiden Katabolinus ve şimdi Yunus Bey denilen Rum’dan dönme kâtibi ile beraber gönderdi. Bu iki adam Voyvodayı bir görüşmeye davet ettiler. Maksatları hile ile kendisini ele geçirmek idi. Vlad ise niyetlerini keşfedip maiyetleri ile beraber eline geçirerek ayaklarını ve ellerini kestikten sonra, hepsini kazığa vurdu; fakat Paşa’ya şerefli bir mevki verdi: yani diğerlerinden daha yüksek bir kazığa vurdurdu.
Drakul, bu imtiyazı eskiden kendi maiyetinden biri hakkında da kullanmıştı. Bir yaz günü kazığa vurulmuş birçok insanlarını içinden yayılan kokuya nasıl tahammül ettiğini sormuştu; Voyvoda onu derhal –kokudan mustarip olmasın diye- daha yüksek bir kazığa vurdurmuştur.
Kazıklı Voyvoda, Padişah’ın teşebbüsüne hiddetlenerek Hamza Paşa ile Yunus Bey’in idamından sonra, Bulgaristan’ı istila suretiyle hasımlık göstermeye başladı. Memleketi harap ettikten, yolu üzerindeki kasaba ve köyleri yaktıktan sonra –arkasında 25 bin esir bulunduğu halde- Tuna’dan geçerek Eflak’a döndü. Sadrazam Mahmut Paşa, elçinin feci ölümünü ve Bulgaristan’ın tahribini arz etmeye geldiği zaman II. Mehmet, bunun ilk hiddeti ile Mahmut Paşa’ya vurmuştu.
Sultan Mehmet, derhal İstanbul fethindeki miktara muadil olarak 250 bin tahmin olunan ordusunu toplamak için bütün vilayetlere Tatarlar çıkarttı. Sadrazam 200 bin kişiyle Tuna üzerine ilerledi. Padişah vuku bulan tahkirin intikamının alınmasında bizzat bulunmak isteyerek, 25 kadırga ve 150 diğer gemi ile Karadeniz’i geçip Vidin’e kadar Tuna’dan yukarı çıktı. O zaman geniş ticaretiyle çok meşhur olan İbrail ile Osmanlı askerlerinin güzergâhında bulunan şehirler kül haline geldi. 
Drakul, Eflak kazaları kadın ve çocuklarından bir takımını Praşova’ya (Kronştad), bir takımını memleketi örten eden ormanlara gönderdi. Ordusunu ikiye böldü. Birincisini –Osmanlılarla ittifak ederek bir müddet Kilya’yı muhasara etmiş ve muvaffak olmaması üzerine Eflak üzerine atılıp, geçtiği yerleri kan ve ateşe gark etmiş olan- Moldovya prensi üzerine sevk etti. Yedi yahut 10 bin kişi kadar olan ikinci fırka ile de Osmanlı ordusuna karşı yürüdü. Drakul, kıyafet değiştirerek bizzat padişahın askeri arasına girerek, dikkatli bir keşiften sonra, bir gece baskını tasavvurunda bulundu. Türklerin gece vakti her ne olursa olsun yerlerinden kımıldamamak âdetinde bulundukları, Vlad’ı ümitlendiriyordu. Drakul’un süvarileri fenerler, fanuslar tedarik etmiş oldukları halde Osmanlı ordusunun üzerine saldırdılar. Türkler, bir heyecana tutularak hiçbir harekete muktedir olamıyorlardı. Vlad’ın maksadı, doğrudan doğruya padişahın çadırına gitmekti. Lakin yanılarak Sadrazam ile İshak Paşa’nın çadırlarına taarruz ederek insanlardan ziyade atları, develeri öldürdü. Bu sırada ise Osmanlı süvarileri atlanmış idiler. Eflaklılar Sultan’ın çadırına vardıkları zaman, Yeniçerilerin savunmaya hazır olduklarını gördüler. Aniden vuku bulan bu hücumun verdiği intizamsızlığa rağmen, Osmanlı ordusu harp saflarını korumaya muvaffak olmuştu. Sağ cenahta eski Mora Beyi Turhan’ın oğlu Ömer Bey, Evrenosoğlu Ahmet Bey, Mihaloğlu Ali Bey ile Malkoçoğlu Balı Bey bulunuyordu.  
Sol cenahta, Arnavutluk Beyi Nasuh Bey, Esved Bey, Mihal Bey’in diğer oğlu İskender Bey vardı. Her iki tarafça büyük bir zayiatı mucip olmaksızın sabaha kadar bütün gece karakol muharebeleri devam etti. Güneş doğarken Vlad ricat etti.
Evvelki gece muharebesinde Osmanlıların eline düşmüş olan bir Eflaklı, Sadrazam Mahmut Paşa’nın çadırına götürüldü, Esir, kendisine sorulan ilk suallere yeterli cevabı verdi; lakin Vlad’ın ne taraftan gelmiş, ne tarafa çekilmiş olduğu sorulunca bunları pek iyi bilirse de hiçbir vakit söylemeyeceği cevabını verdi; çünkü Drakul’un vahşetinden çok fazla korkuyordu. Ölümle tehdit olundu; bir şey söylememekte ısrar etti. Mahmut Paşa derhal tehdidini icra mevkiine koydu; lakin esirin idamı kararını söylediği sırada, bu adi nefer için hayretini izhar etmekten kendisini men edemeyerek; “Eğer bu adam bir ordunun başında bulunsaydı, mutlaka bir büyük şan kazanırdı.” Dedi.
Vlad sanki sihirli bir güç ile ortadan kaybolduğundan Mehmet, Drakul’un payitahtı üzerine yürüyerek, Eflak içinde ilerledi fakat payitahtı muhasara etmeksizin geçti. Bu şehirden az bir mesafede, bir nehrin suladığı ovanın başlangıcında kazıklarda bir orman teşekkül etmiş olduğunu görünce nefretini açığa vurmaktan men edemedi: yarım fersah uzunluğunda bir mesafe içinde –bir takımı kazığa vurulmuş, bir takımı çarmıha gerilmiş- yirmi bin Türk ve Bulgar bulunuyordu. Bunların ortasında ve diğer kazıklardan daha uzun bir kazık üzerinde –İpek ve erguvani en güzel elbisesini giymiş olarak- Hamza Paşa’nın cesedi hala seçilebiliyordu. Analarını yanında çocuklar görülüyordu ki, kuşlar bağırsaklarının üzerine yuva kurmuşlardı. Hammer Tarihi, Cilt 3.

Norman Davies'in Avrupa Tarihi'nden

Vlad
Drakula veya Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Eflak Prensi III. Vlad (1432-1476) tarihe acımasızlık efsanesi olarak geçti. Yakın zamanlarda sapıklıklarına eklenen cinsel vurgular kötü ününe ün kattı. Ama o, Romanya’daki doğum yeri Sighişoara ve Poenari ve Barn’daki şatoları halen ziyaret edilen tarihi bir kişiliktir. Eflak prensliği aşağı Tuna’nın sol yakasında kalır ve onun bağımlısı kabul eden Büyük Macar krallığı ile büyüyen, haraç ödediği Osmanlı İmparatorluğu arasında sıkışmıştır. 1443-1444 Varna Haçlı Seferi sırasında, o yeni yetmeyken, Osmanlı Padişahı II. Murad’a rehin olarak gönderilmiş ve mazur kaldığı belalar onun sonraki obsesyonlarının psikolojik kökeni olarak değerlendirilebilir.
Türklerin ceza olarak pala yani “sivri sopa” kullanmaları iyi bilinir (Davies pala konusundaki bilgisinin yanlış olduğunu bilmiyor!). Fakat III. Vlad’ın elinde korkunç bir terör aracına dönüşmüştü. İyice inceltilmiş ucuyla ince ve yağlı kazık kurbanın rektumundan sokulup ağzından öyle çıkartılırdı ki, ölüm günlerce gecikebilirdi. III. Vlad 1456’da, Türker’in İstanbul’u fethetmelerinden sadece 3 yıl sonra iktidara geldi ve kendini kâfirlere karşı direnen Hristiyan prenslerin savunucusu olarak gördü. Tuna’ya yaptığı bir sefer, söylendiğine göre ona, merhametle kafası kesilen ve yakılanlar dışında, kazıklanacak yirmi üç bin sekiz yüz seksen üç tutsak kazandırmıştı. Yurdunda iktidarı Eflak soylularının kitle halende öldürülmesiyle başlamıştı, herhalde yirmi bin erkek, kadın ve çocuk şatonun penceresi önündeki ormanda kazığa geçirtmişti. (M.Cazacu, “Il Potere, la Perocita, e la Leggende di Vlad III, Conte Drakula”, Storia (Firenze), iii, no. 15-16.
Drakula’nın Macak Kralı Matyas Corvin tarafından yakalanıp hapsedilmesi 1463’te Viyana’da Almanca bir eserin yazılmasına yol açmıştı: Gesehichte Dracole Wayde ve ortaya çıkan edebiyatın kaynağı bu oldu. 1488’de çıkan Rusçasını herhalde Korkunç İvanbiliyordu ve anlaşılan ondan yararlandı. Bu kitabın sayfaları bize Doğuda ve Batıda dinsel fanatizmle patolojik zalimlik arasındaki tuhaf bağlantıyı gösterir. İspanya Engizisyonu tutanakları veya İngiltere’de John Foxe’un “Book of Martyrs” (1563) kitabında anlatılan Mairan sorgulamaları, Eflak Vampir-prensinin yarattığı dehşetle aynı türden hastalığa aittir. 
(Norman Davies, Avrupa Tarihi, s: 489-290, İmge Kitabevi, 2. Baskı, 2011 , Ankara).

51. Altın Portakal: Türk sinemasının gelenekten geleceğe şenliği başladı

$
0
0
Menderes Türel ve ikizi!
Türk Sinemasının kuruluşunun 100. yıl dönümüne denk gelen ve arım asırdır Türk sinemasının ilk ve en önemli şenliği olan Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, başladı. 10 Ekim akşamı Antalya EXPO Center’da düzenlenen açılış töreni, “Gelenekten Geleceğe” temasına uygun olarak sinemamızın kıdemli yapımcı, yönetmen ve oyuncuları ile genç neslini bir araya getirdi. Ev sahibi Başkan Menderes Türel  açılışta, birleştirici,yatıştırıcı ve sanatın herşeye rağmen sürdürülmesi gerektiği içerikli kapsamlı bir konuşma yaptı. Öte yandan, Orta Doğu ve ülkemizde yaşanan endişe verici hadiseler ve kayıplar dolayısıyla Türkiye’nin en köklü film şenliğinin geleneksel etkinlikleri olan kortej, kırmızı halı, konser ve partiler iptal edildi.

Festivalin ev sahibi Türeller.
Korhan Abay’ın sunduğu açılış töreninde, sinemanın emektarlarına onur ödülleri takdim edildi. 51. Yılda Altın Portakal ödüllü, “Bozuk Düzen” başta olmak üzere çok sayıda filmde senarist, yönetmen ve oyuncu olarak görev alan Haldun Dormen, oyuncu Nilüfer Aydan ve “Düşman Yolları Kesti” gibi Türk sinemasının çok sayıda klasiğinde imzası olan yazar Tarık Dursun Kakınç onurlandırıldı.Sahneye çıkıp Türkçe “Merhaba” diyerek konukları selamlayan Oscarlı oyuncu Ellen Burstyn de Yaşam Boyu Onur Ödülü ile taltif edildi.
Başkan Türel, konuk sanatçı Ellen Burstyn ile.
Festival’in bu yılki en önemli etkinliklerinden biri de 100.Yıl kutlamaları. Bunlar içinde Kültür ve Turizm Bakanı Baş Danışmanı Dr. Abdurrahman Çelik’in editörlüğünü yaptığı ve içinde pek çok ana tema ve çok sayıda yazar ve sanatçının yazılarının yer aldığı Sinemada Bir Asır kitabı. Kitabın tanıtımı 12 Ekim Ekim Pazartesi akşamı saat 20:00’de AKM fuayesinde yapılacak.

FESTİVALE DAİR
Başkan Menderes Türel festivalin
 dirayetli direktörü Elif Dağdeviren.

Türk Sineması 100 Yılı İçin
51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, sinemamızın 100. yılını özel etkinliklerle kutluyor. Festivalin bu yılki “Gelenekten Geleceğe” temasını da destekleyen etkinliklerden ilki, 11 Ekim’de AKM Fuaye’de açılacak olan “Ödül Sergisi”. Bu yıl, 1964’te Gurbet Kuşları filmiyle Halit Refiğ’e verilen ilk Altın Portakal ödülü heykelciğinin temel alınması, bir ödül sergisine ilham verdi. Ziyaretçileri; sinemamızın 100, festivalin de 50 yıllık tarihinde bir gezintiye çıkaran sergi, geçmiş yıllarda Altın Portakal kazanmış sinemacıların, farklı yıllara ve tasarımlara ait heykelciklerini bir araya getiriyor. Serginin rekortmeni, 11 ödülle yönetmen Yavuz Özkan! Sergide ayrıca Hülya Koçyiğit, Derviş Zaim, Onur Ünlü, Zeki Ökten, Güler Ökten, Lale Mansur, Erkan Can, Fırat Tanış gibi sinemacılarımızın da ödülleri yer alıyor.

Editörü, Dr. Abdurrahman Çelik

Kültür ve Turizm Bakanı
Başdanışmanı Dr. Abdurrahman Çelik
Yüz yılı geride bırakan sinemamızın yolculuğu ise kalıcı bir eser olarak sinemaseverlerin istifadesine sunulacak. Dr. Abdurrahman Şen editörlüğünde hazırlanan “Sinemada Bir Asır” kitabında sinemacılarımızın, akademisyenlerin ve sinema yazarlarının değerlendirmeleri yer alıyor. “Sinemada Bir Asır” kitabı, makaleleriyle katkıda bulunan değerli yazarların da katılımıyla 12 Ekim günü AKM’de basın ve kamuoyuna tanıtılacak.

Sinemamızın 100 yılını farklı bir ‘görsellikle’ takip etmek isteyenlerse 12 Ekim’de Akdeniz Üniversitesi’nde açılacak “100 İllüstrasyonla Türkiye Sineması’nın 100. Yılı” sergisini kaçırmamalı. Bu sene 10. yılını kutlayan sinema, müzik ve sanat dergisi Bant Mag. ekibince hazırlanan sergide Hababam Sınıfı’ndan Hakkari’de Bir Mevsim’e, Eşkıya’dan Selvi Boylum Al Yazmalım’a, Kış Uykusu’ndan Vavien’e 100 filmin afişinin illüstrasyon çalışmaları yer alıyor.

Türkiye’nin geleceğinde önemli bir yeri olan illüstrasyon sanatının 20 genç sanatçısının seçtikleri beşer film sahnesini yorumlamalarıyla 100 eserden oluşan bu sergi, geleneksel sinema sanatını farklı ve çarpıcı yaklaşımlarla yorumluyor.

Akdeniz Üniversitesi “100 İllüstrasyonla Türkiye Sineması’nın 100. Yılı” sergisinin yanı sıra, festival boyunca “Kısadan Uzuna” film programı çerçevesinde şimdi ünlü olan yönetmenlerin, ödüllü kısa filmlerinin gösteriminden oluşan bir seçki ile sinema ile ilgili çeşitli panellere de ev sahipliği yapacak.


18 Ekim’e kadar sürecek festival kapsamında 14- 17 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilecek Antalya Film Forum da sinemamızın dünyayla entegrasyonunu kuvvetlendirmek hedefiyle yola çıkıyor. Ortak yapım ve proje geliştirme platformu olan Antalya Film Forum, iki farklı başlık altında toplam 3 film projesine maddi destek de sağlayacak. Forum; Pitching Platformu’nda yer alan 2 projeye 30’ar bin TL, Work in Progress Platformu’nda yer alan bir projeye de 100 bin TL ödül verecek. Forum programında ayrıca her gün ünlü yönetmen ve yapımcıların katılacağı masterclass’lar yapılacak.

Holywood Sineması tam bir yalınlaştırma makinesi gibi çalışıyor

$
0
0
Filmin afişi.
Hürriyet gazetesinin İnternet sitesindeki haberi görünce, "İşte bu!" dedim. Yıllarca yazdım, yazıyorum ve bundan sonra da yazacağım. Hollywood sineması kurulduğu günden beri tam bir "yalanlaştırma makinesi" gibi çalışıyor. Önce Kızıderililer ve Amerikan soykırım tarihi konusunda yalanlar söyledi. Soğuk Savaş döneminde, istihbarat dünyasının en büyük silahlarından iki argümanı, "enformasyon-dezenformasyon"u sinema sanatına sokarak tam bir jurnalji gibi davrandı. Kimi zaman devraldığı "Haçlı Edebiyatı" dilini kullanarak Batı Avrupa ve Amerika dışında yaşamayan yani "ari ırk"tan olmayan insanları öküz yerine koyduğu bile oldu! 11 Eylül'den sonra ise "Haçlı Edebiyatı" dilini tamamen benimseyerek bütün Müslümanları potansiyel terörist, savaşılacak, inlerinde yok edilecek yaratıklar olarak anlatmaya başladı. En son Dracula Untold filminde tarihi gerçekleri çarpıtan, yalanlaştırıcı, indirgemeci, ötekileştirici, ırkçı ve ayrımcı bir dil kullanarak 21. Yüzyıl için yine Amerika tarafından siyasi söylemin gözde kavramlarına, yani Yeni Dünya Siyaseti'nin politik ilkelerine ters düşen bir filmi dünya seyircisine sunma küstahlığını gösterdi!

İyi de Geceyarısı Ekspresi İngiliz - Amerikan ortak yapımı dediğinizi duyar gibi oluyorum: Evet doğru, İngiltere'nin Güneş Batmayan İmparatorluğu, "Gölgeler İmparatorluğu"na dönüştükten sonra bu ülke kendi yumruğunu değil Amerikan yumruğunu kullandığı için göze batan da anlı şanlı Birleşik Devletler sineması oluyor! 

Bir tür beyin kol işbirliği gibi yani...

İşte o haber
Ümid edelim de bizimkiler Billy Hayes'i
bir kahramana dönüştürmesinler!

Gece Yarısı Ekspresi'nin kahramanı, 
New York’a Türk bayrağı çekecek


Nafiz ALBAYRAK / DHA 27 Ekim 2014

Türkiye’yi dünyaya yanlış tanıtan ‘Gece Yarısı Ekspresi’ filminin gerçek hayattaki kahramanı Billy Hayes, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerinde New York’ta Wall Street’e Türk bayrağı çekecek.

Hayes “Filmde hiç iyi bir Türk göremiyorsunuz. Bana göre bu büyük bir sorundu. Gece Yarısı Ekspresi’ni gören ve asla Türkiye’ye gitmeyiz düşüncesinde olan herkesin, Billy Hayes’in Türk bayrağını göndere çektiğini görmesi filmin yarattığı etkiye denge sağlar. En azından öyle umuyorum” diye konuştu.

TÜRKİYE’nin üzerine yıllar boyu kara bulut gibi çöken ‘Gece Yarısı Ekspresi’ filminin gerçek hayattaki kahramanı Billy Hayes, her yıl New York’ta düzenlenen 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerinin bu yılki programında Türk bayrağını göndere çekecek. 23 yaşındayken İstanbul’dan ABD’ye götürmek istediği 2 kilo haşhaş ile yakalanarak önce ömür boyu sonra da 30 yıl hapse mahkûm edilen, Sağmalcılar ve İmralı’da geçen 5 yıllık hapis hayatından sonra cezaevinden kaçan Billy Hayes, Türk bayrağını göndere çekmekten onur duyacağını belirterek şunları söyledi:

FİLM DOĞRU DEĞİL
Filmden bir sahne.
“Başkonsolos bizi kabul edip gelecek hafta yapılacak bayrak çekme töreni konusunda konuşma inceliğini gösterdi. Wall Street’e Türk bayrağı çekmekten onur duyacağım. Şaka gibi bir yanı var gibi görünse de ben iyileştirici yanını önemsiyorum. Tüm yaşananlardan sonra Billy Hayes ve Türkiye yeniden bir araya gelirse, dost olurlarsa, herkese, dünyaya yarar sağlayacak. Benim için de kesinlikle doğru olan bu. İstanbul'u her zaman seviyorum, Türkler ile çok iyi anlaşıyorum.Sonra bu film ortaya çıktı. Ama filmden önce çıkan kitabımda, kızgınlığımın Türkiye'ye ya da insanlarına değil, hapishanede olmaya yönelik olduğunu anlattım. Ama film tersini yaptı, hepimizin üzerine büyük bir yük bindirdi, özellikle Türkiye’ye... 

Şimdi bu dengeleri yeniden kurmak için ortaya bir şans çıktı. Amacım bilmeyen insanlara, Gece Yarısı Ekspresi filminin, Türkiye, Türkler ya da İstanbul olmadığının, çok farklı olduğunun farkına vardırmak. Bu fırsatla bunu yapabilmeyi umuyorum. Film çok güçlü bir medya organı ve Gece Yarısı Ekspresi filmi de sinematografik olarak çok iyi yapıldı. İyi yapılmamış olsa zaten uzun süre önce unutulmuş olurdu. Alan Parker çok zeki bir yönetmen, Oliver Stone müthiş bir senaryo yazarı, oyuncular Brad Davis, John Hurt harika bir iş çıkardılar. Ama filmde hiç iyi bir Türk göremiyorsunuz. Bana göre bu büyük bir sorundu. Çünkü Gece Yarısı Ekspresi filmini gören herkes ‘İstanbul’a, Türkiye’ye kesinlikle gitmeyiz. Korkunç bir yer, çok kötü insanlar’ düşüncesine kapıldı. Ama bunu adım adım değiştirebiliriz, Billy Hayes’in Türk bayrağını göndere çekmesi gibi sembolik jestlerle örneğin. Gece Yarısı Ekspresi’ni gören ve asla Türkiye’ye gitmeyiz düşüncesinde olan herkesin, Billy Hayes’in Türk bayrağını göndere çektiğini görmesi filmin yarattığı etkiye denge sağlar. En azından öyle umuyorum. İnsanlar Türkiye’ye, İstanbul’a gidip geri döndüklerinde İstanbul’a âşık oldum, Gece Yarısı Ekspresi filmi doğru değil diyecekler. Evet, film doğru değil, Türkiye hakkında söylediği birçok şey doğru değil. Hapishane güzel bir yer değil, tıpkı hemen şurada Rikers Adası’nda olmadığı gibi, hiçbir yerde olmadığı gibi. Ama Türkiye harika bir yer ve yeniden gidebilmeyi umuyorum.”

Midnight Express
İngiliz-Amerika ortak yapımı olan, 1978 çıkışlı ‘Gece Yarısı Ekspresi’, 1970’te Türkiye’de tutuklanıp hapse atılan Billy Hayes’in gerçek öyküsünden yola çıkılarak yazılmış bir hikâyeyi anlatıyor. Filmde, Amerikalı genç bir turist olan Hayes, sevgilisi Susan ile birlikte Türkiye’de tatildedir. Hayes tatil dönüşü ülkesine 2 kilogram haşhaş götürmeye teşebbüs eder. Vücuduna gibi yerleştirdiği küçük paketler halindeki uyuşturucu, uçağa binmek üzereyken yapılan ani bir güvenlik aramasıyla polisler tarafından bulunur ve İstanbul Sağmalcılar Cezaevi’nde işkence ve kötü davranışlara tabi olacağı süreç başlar. Film, Türkiye’yi yanlış tanıttığı gerekçesiyle uzun yıllar tartışma konusu olmuştu.


HABERİN LİNKİ

DEVAM HABERİ LİNKİ
Gece Yarısı Ekspresi'nin uluslararası künyesi

Viewing all 176 articles
Browse latest View live