Quantcast
Viewing all 176 articles
Browse latest View live

Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu Filminin Aydın'ı : Köksüz, Yalnız ve (Yaban)cı!

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Kış Uykusu, Aydın (Haluk Bilginer) isimli eski bir tiyatrocunun babadan kalma mülkünde kurduğu hayatı, bu hayatın kırılganlığını ve geleceğe dair kurguları irdeliyor. Aydın’ın, kız kardeşi Necla (Demet Akbağ) ile eşi Nihal (Melisa Sözen) başta olmak üzere çevresindekilerle ilişkileri -resepsiyonisti, kâhyası ve şoförü Hidayet, gelip giden turistler, aracının camını kıran İlyas, babası İsmail, amcası cami imamı Hamdi vb.- mesafeli ve soğuktur. Aydın, bu insanlarla gerçek anlamda iletişim kurmaz, hatta gözlerine bile bakmaz. O, bir rüya âleminden gerçeğin buzdan çölüne düşmüş, bu düşüşten arta kalan ‘halet-i ruhiye’ üstüne yapışıp kalmış donuk biridir. Mütearifeleri, oryantasyonu kaybolmuş, sevgisini ifade edebilme gücünü yitirdiği için aşksızlıktan bütün hassasiyetleri kavrulmuştur. İmam Hamdi’nin yeğeni İlyas’ın bir icra meselesi sonucu, taş atarak araç camını kırmasının şokuyla kiracılarını bile yeni yeni tanımaya başlayan Aydın, bu topraklarda doğmuş ve tevarüs yoluyla mülkün başına geçmiş olmasına rağmen onlardan biri değil, “bir tas su içinde bir damla zeytinyağı” gibidir! Yapayalnızdır... Peyami Safa, Matmazel Noraliya'nın Koltuğu romanında, başkarakteri Ferit’in içinde bulunduğu acıklı durumu vurgularken yaklaşık olarak şöyle der: “Bir insanın mahkûm olabileceği en kötü ceza yalnızlık ve köksüzlüktür”.  

Ve Peyami Safa’nın karakteri Ferit, kendini şöyle tarif eder: “Ben Türk değilim, insan değilim, hayvan değilim, tıbbiyeli değilim, milliyetçi değilim. Vafi Bey’in ecinnileri arasında oturan, iradesi çarpıtılmış, bir hafta sonra ne yapacağını bilemeyen, tembel, hiçbir işe yaramaz ve ömrünün yarısı Avrupa’da hariciye memurluklarında geçmiş, ayyaş, zampara, hedonist, ciddiyetin yalnız hayvanlarda yakıştığına inandığı için bütün dünya dramlarına kahkahayı basan ve onun için “Gülener” soy adını alan bir baba ile yarı sanatkâr, yarı deli, erkek düşkünü, veremli ve veremden iki yetişkin kızını kaybetmiş, ayyaş, kokainman, Paris’te olduğu için kültürlü, genç yaşında ölmüş bir ananın desencharte, demesuer, deseriante, deracine, degenere bir oğluyum.”

Tiyatro repliklerini aratmayacak tiradı aktarmamın sebebi, Aydın’ın ruh dünyasıyla bağlantı kurabilmek olduğu kadar ve Aydın'ın ailesiyle yaptığı konuşmalardaki dolambaçlara sahip olmasıdır. Aynı zamanda NBC’nın filmindeki uzun konuşmaları anlayabilmek için iyi bir örnek oluşudur.

NBC, uzun yıllar susturduğu ve bizim görmediğimiz bir şeyler görüyor gibi uzaklara, çok uzaklara bakan karakterleri çöpe atarak sürekli konuşan ama kitabi konuşan, ama geçmişin tozunu toprağını ayağa kaldıran bir öfkeyle konuşan; gelin görümce didişmelerinde açıkça söylenemediği için dudak bükmelerle, göz devirmelerle, kaş kaldırmalarla konuşan; kinayeli konuşan, imalı konuşan; metaforlarla konuşan; hayretle konuşan, en yakınından gelen acı laflar üzerine derinden kırılarak konuşan; eşi ile mücadele etmek için bütün güzel huylarını değiştirip yerine ondan ödünç aldığı maske ve zırhları takınıp kabalaşarak konuşan, nobranlaşan ve intikam için konuşan; zenginliğinin, geride kalmış şöhretinin, mahalli gazetelerde yazdığı okunmayan önemli (!) makalelerinin içeriği hakkında konuşan, temel ahlaki erdemlerden “iyilik” üzerine geyik yaparken, kötüyü bile iyi hale getirmek için, “iyilik yaparak kötüyü, iyileştirelim” abuklaması üzerine konuşan, Hazreti İsa’nın öğretisinin günümüz pasif direnişlerinin temeli olduğunu, hatta aynı metafizik kaynaktan beslenen bütün semavi kelamların özünü oluşturan bu öğretinin kaynaklarına teğet bile geçmeden konuşan; yanlış anlayanlara, doğrudan, saçmalamayın dememek için lafı dolaştırıp, döndürüp konuşan... konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan konuşan, konuşan, konuşan konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan konuşan, konuşan, konuşan konuşan, konuşan, konuşan konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan, konuşan ...

Bütün bu bitmez tükenmez konuşmaları yapan karakterler arasında ağzını açmayan, susan, öfkeyle bakan tek kişi vardır: İlyas! O, ya taş atacak kadar çocukça bir cesarete yahut nefret ettiği Aydın’ın elini öpmektense Shakespeare kahramanları gibi isteri krizi geçirerek düşüp bayılmaya meyyaldir... Ki, İlyas’ın el öpmektense bayılmasının kötüleri iyileştirmek için daha fazla iyi olmak geyiğinin ardından gerçekleşmesi, yarın içinden ne çıkacağı, nasıl uzayacağı, nasıl bir çizgiye dönüşeceği meçhul kocaman bir noktadır!

Cemil Meriç, aydınları suçlayan keskin bir yargıya varır: "Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin yani aydınların".  NBC, Cemil Meriç okumuş mudur, okumuşsa Meriç’in bu cümlesinden haberdar mıdır? Bilmiyorum ama bu ciddi ithamın, NBC’nın başkarakteri Aydın ile bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Cemil Meriç gibi, Nobel Edebiyat ödüllü Orhan Pamuk, Sessiz Ev romanında, aydınlara iki sert yumruk çakarak, “aydınların Türk tarihi ve Türk edebiyatı konusunda ciddi bilgisizliklerini” vurgular...

Ahmet Hamdi Tanpınar ise ilginç benzetme yapar: “Tanzimat ile açılan pencereden bakan Osmanlı münevveri, Batı karşısında göbeğini kaşıyan şaşkın bir adama benzer”. Nuri Bilge Ceylan’nın başkarakteri Aydın’ı, Hotel Otello’nun penceresinden, parçalanan cipinin camından, çevreye, bu çevrede yaşayan insanlara, göbeğini kaşıyarak değilse bile başını kaşıyarak aynı hayret, aynı şaşkınlıkla bakar. Tanzimat aydını Batı karşısında şaşırmıştır ama artık süreç tersine dönmüştür: Aydın, kendi toplumunu tanıyamamaktadır. Onların davranışlarını, yaşam biçimlerini, algılarını, çaresizliklerini içselleştirmek şöyle dursun, bir zamanlar muhtemelen (12 Eylül 1980 öncesi diyebiliriz) hayallerindeki halk adına “toplumcu kurtuluş söylemleri” döktürerek tiyatro yaptığı halktan iğrenmektedir (imam Hamdi’nin çorap kokusu meselesi).

Yeniden Meriç’e dönersek: dünya görüşünü doğrudan öğrenemediğimiz ama hissettirildiği kadarı ile tanıyabildiğimiz Aydın’ın hali bir yönüyle şu anlatacaklarıma benzemektedir. Cemil Meriç komünist örgüt üyesi iddiası ile yargılandığı mahkemede, “Ben sosyalistim!” diye haykırdığını yazar ve şöyle der: “Sosyalistim! Diye bağırdığımda bir tek işçinin elini sıkmış değildim!” Aydın, hayatında ilk defa halkından biri ile el teması kuracakken, yani sözde İlyas onun elini öpecekken kolunu yukarı kaldırır ve çocuğun öpmesini bekler ama çocuk isteri krizi geçirerek bayılır. Böylesine masumane beşeri bir temas, bu defa bir çocuğun nefreti ile kesilmiş olsa da, Aydın, eşi ile ayrı yatmaktadır; eşine günaydın deyip demediği bile meçhuldür, eşini öptüğü bir kere gösterilemeyen bir yalnızlık içindedir.

İletişimsizlik çukurunda yaşayan bu donuk adamın kökenlerine baktığımızda, onun bir zamanlar muhalif entelektüeller arasında yer almış olabileceğini varsayıyoruz. Çünkü Aydın, klasik ifadesi ile bir münevver (aydın) değil bir entelektüeldir. (...) Asılında kimliğinde gizli olan bir başka şey vardır. Onu buyurgan, halktan uzak yapan bir şey... Çünkü NBC’nın öyküsü birkaç kat kabuğu olan, soydukça yeni bir kabukla karşılaştığımız ama etli kısmı rayihalı bir meyvedir. Yenen etli kısımdan sonra sert bir kabuk ve nihayet meyvenin özünü, genlerini içinde taşıyan bir acı çekirdek vardır ki, bana göre Kış Uykusu filminin öyküsü; şimdi ile, şu an ile, güncel sorunlarla ilgili görünse de çekirdekteki acı fikir, “Dönüşen aydın”ın üzerindeki laneti (uykuyu) ve bunu kaldırıp kaldıramama sorunsalı üzerinde düğümleniyor.

Kış Uykusu’nun birinci katmanı uçsuz bucaksız, kar sesinin duyulabileceği kadar ıssız bir bozkır panoramasıdır.  Bu panaromada ova boyunca koşuşturan yılkı atları, yılkı atlarının kement atılıp acımasızca yakalanmaları (Çehov’un at hırsızlarını yargılamak bana değil mahkemelere düşer aforizmasını akıldan tutunuz), kar altında uzaktan görünen ama sanki yaşayan bir yer değil bir ressamın tablosunda donmuş kalmış gibi görünen çok kederli isimlere sahip (mesela Garip Köyü) köyler... Hatta biraz abartırsak, “Gitmesek de, kalmasak da; O köy bizim köyümüzdür”, tekerlemesini her mırıldandığımızda daha garipleşen ve bizden daha uzaklaşan köyler... Sanki bütün kâinatta yapayalnız kalmışız ve sanki "evrende başka bir ruh yok", duygusu uyandıran bu tabii çevrede, eciş bücüş kayalar içinde küçük bir kandil gibi ipileyip duran bir ışık vardır...

İkinci katman: İşte o ipileyip duran şey Hotel Otello’nun fiziki varlığıdır. İçinde yaşayanların fasit daireye dönüşmüş ve sonsuza kadar tekrarlanacakmış sıkıntısı veren hayatları yavaş yavaş bize açılır. Kendini ele vermeye başlar.

Üçüncü ve etli kısım:Filmin görselliği, oyuncuların aşkın performansları; Aydın’ın odasının -belki de dünya sinemasında ikonografik bir ayrıcalık kazanacak- dekoru, dış dünya, yılkı atının yakalandığı sahnedeki sinemasal tat, İlyas’ın çocukça bir düşmanlıkla attığı bakışı; Nihal’in, Nuri İyem portrelerinden fırlamış gibi insanın içine işleyen kocaman gözleri ve duru yüzü; Demet Akbağ’ın yorgun, kırgın kimsesiz kadın karakter Necla’yı biraz sonra iyilik yapabilmek için sonsuza dek hayatımızdan çıkacak duygusunu veren oyunu; İmam Hamdi’nin on kilometre yolu merhamet dilenmek içtin yaya yürüyerek gelip tekrar yürüyerek gidecek olmasında tebellür eden ve izleyicide pişkinlik hissi uyandırmasına rağmen aslında bütün yoksul, çaresiz, ümitsiz insanların yüzüne yapışıp kalmış ama aslında altında bir öfke, bir kin, bir “Yeter Allahım!” çığlığı barındıran meskeli yüzü; hayatını yoksulluğun acımasız çarkının berhava ettiğini ve daha da edeceğini bildiği ve bu sondan kurtuluş olmadığı kafasına dank ettiği için haytalığı tercih etmiş, Allah'ın vermediklerini insanlardan almaya tenezzül etmeyecek gizli bir gurur edinmiş İsmail’in (Nejat İşler) öfkeyle seğiren unutulmaz yüzü; zengin, kibirli ama ayakta uyuyan patronuna sürekli kazık atmak için küçük hesaplar yapa yapa gittikçe küçülen varlığını mini minnacık ifadelerle ortaya koyan Hidayet (Ayberk Pekcan); gerçek karakteri netleşmeyen, içten pazarlıklı olması kuvvetle muhtemel, hayatını başkaları için ertelediğini iddia eden taşra öğretmeni Levent'i (Nadir Sarıbacak) ve al benden de o kadar diyen, hayatının nasıl geçip gittiğini anlayamayan mirasyedi Suavi'yi (Tamer Levent) inandırıcı kılan oyunculukları... Ve Aydın! Herkesin mülkü olanı temlik ederek servet biriktirenlerin nasıl birer zalim olduğunu sözde en çok bilmesi gereken bu adam, babasının servetiyle birlikte tevarüs ettiği kuvvetle muhtemel hakkaniyetsizliği, çelişkili düşünceleri ve yukarıda bahsettiğim pek çok karakter bileşenini donuk yüzünde, kesik kesik konuşmasında bize yaşatan Aydın yani Haluk Bilginer! 
(...)
Bütün bu karakterler, biraz sonra perdeden çıkarak yanımıza yöremize oturacak ve biz sinema salonunda o karakterlerle ilânihaye sohbet edecekmişiz veya bizi hakemliğe davet edeceklermiş duygusu uyandırışları...  İşte Kış Uykusu meyvesinin etli kısmının zihnimizin damağında nefis bir lezzet bırakmasını sağlayan bu karakter ve bu karakterlere can veren iyi oyunculardır... 

Şimdi sıra çekirdeğin kabuğunu kırmaya geldi...

Ve Çekirdek:Hotel Otello ismi, aklı başında her seyircilerin anladığı gibi göstermelik biçimde konulmuş değil. Doğrudan Shakespeare’in Otello’sunun içreğine bir gönderme sağlıyor. Daniel J. Vitkus'un “Othello'da Türkleşme Olgusu: Mağripli'nin Dönüşümü ve Lanetlenişi” isimli uzun ve dikkatle okunması gereken makalesinden esinlenerek söylersek; NBC’nın herhangi diğer bir Shakespeare oyunundan değil, “in”e isim vermek için neden Otello oyununu seçtiğini ve bunu tamamen bilinçli yaptığını anlayabiliriz:  Türkçeye Burç İdem Dinçel tarafından çevrilen makalede, söz konusu oyunun alt metinlerinin “dönüşmek” ve “lanetlenmek” olduğu vurgulanır.

Otello oyunu, ırkçılık, ötekileştirme, dini zorbalık, yaşam tarzının (dini) dönüştürülmesi gibi bugün Türkiye’de "Beyaz Türkler"in, 12 Eylül sonrası yenilmiş, dağılmış ve dışlanmış sağlı sollu aydınların, liberallerin çok kaygı duyduğu sosyal ve siyasi değişim ve dönüşümün tarihi bir İngiliz versiyonunu anlatmaktadır. Bugüne kadar neredeyse apolitik bir kimlik olarak tarif edilen Nuri Bilge Ceylan da ülkesinde yaşanan, kimi zaman ciddi kalkışmalara sebep olan –ki ödülünü bu isyancılara da adadı- değişim ve dönüşümü görmezden gelemeyecekti. “Her şey mistik başlar siyasi biter” diyen Charles Peguy aforizmasına dayanarak, Kış Uykusu’nu “uyanın!” çığlığı sayabilir miyiz? Emin değilim ama Otello’daki dini dönüştürmenin Türkiye versiyonunun hem günümüzde ve hem de tarihte ilginç tecrübelerle yaşandığını, -Dönmelerin hala ciddi bir sosyal, ekonomik, siyasi ve entelektüel kol olarak varlığını sürdürdüğü malumdur- biliyoruz ama yönetmenin bu tarihsel olgulara gönderme yapmış olabileceğini kesinlikle varsayabilir miyiz? İşte onu bilemiyorum! 

Kış Uykusu'nun çekirdeği çok acı ama Norman Davies’in “Bazen sorun, ilacın, hastalıktan da kötü olmasıdır” hükmünden yola çıkarak söylersek, bazı filmleri büyük hazlar ve tatlar verseler bile amaçları tat vermek olmayabilir... Üstelik ana fikirleri çok acı olup, çok acıtabilir!

ALTYAZI
Sadece şiirin büyük üstatlarından değil büyük bir medeniyet ve kültür yorumcusu olarak zirvedeki yerini asla bırakmayacak gibi görünen ve bir sıfatı da "Eve Dönen Adam" olan Yahya Kemal Beyatlı’dan bir gazel ile yazıyı bitiriyorum:  

KAR MÛSIKÎLERİ
                                               
                                                             -Varşova 1927

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.

Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,

Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.

Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.

Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!

Çolpan İlhan veda etti!

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Eski zaman kadınlarına has hallerini mahcubiyet sanırdınız...
Nezâket ve naiflik; duruşu, bakışı ve hitabında
kemale ermiş gibiydi.
Sanki bir el hareketinin dalgalandıracağı havaya kapılıp uçup gidecek gibi salınışları vardı.
Mehtabın etrafındaki hâle gibi varla yok arası sanardınız ama adının ışıltısı gözlerinden içinize akardı!
O, sinemamızın Verüsü'ydü, Afrodit'iydi, Suadela'sıydı, Astarte'siydi, Uni-Astre'siydi, Ishtar'ıydı, Diana'sıydı evet ama halkının Çolpanı'ydı!

Tanrı'dan rahmet diliyorum!

İmamın Fendi Öğretmeni Yendi

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Osmanlı'dan tevarüs edip, Cumhuriyet'in en önemli projelerinden biri haline gelen, Köy Enstitüleri ile doruk noktasına ulaşan "İmamın yerine öğretmen ikame etmek" politikası kesin yenilgiye uğradı. İmam Hatipli Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, üç dil bilen, pek çok ilmi eserin sahibi, muallim ve alim gibi sıfatları yüksünmeden taşıyan Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu'nu, cumhurbaşkanlığı seçiminde geçerek "imam"ı devletin tepesine taşıdı. Tanzimat ile birlikte kapı dışarı edilen "ulema sınıfı" nihayet Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi zaferi ile Cumhurbaşkanı olarak Çankaya'da! 
Süreç, Tanzimattan itibaren siyasi erkin emriyle bürokrasinin halka dayatarak uyguladığı bir süreç olma karakteri taşıyordu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise bu süreci tersine çevirdi. Halkın oyları ile bu sefer tabandan tavana doğru başlattığı hamleyi tamamladı. İmamnı zaferi bu bağlamda, Batılılaşma sürecini de ciddi biçimde tartışmaya açacak! 
Daha pek çok şey yazmak istiyorum ama biraz daha bekleyelim...  

Ülkemiz için hayırlı olmasını diliyorum.

Sineme, gerçeklik algılarımıza ve duygularımıza tecavüz etmemeli

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Estetiğin bitmez tükenmez tartışmalardan biri gibi görünecek olmasına rağmen yine de “Sanat nedir, neden-niçin var, neye hizmet etmeli?” sorularına ilişkin bazı cevaplar aramaya gerek duydum. Bu hafta gösterime giren Recep İvedik 4 ve Son Aşk (Two Mother) üzerine yazmayı planladığımda elim tuşlara bir türlü gitmedi. Sebebini düşündüğümde ise aklıma sanatın niceliği, niteliğine ilişkin estetik sorunsallar takıldı.

Mesela Recep İvedik serisi hepimizin bildiği gibi kasıla kasıla, katıla katıla güldürerek para kazanmak maksadıyla çekilmiş bir seri. Oysa mizah (komedi, hiciv) keskin zekanın ürünüdür. İnsan hayatından süzülüp çıkartıldığında yedi yaşındaki de, yetmiş yaşındaki de beyinlerinde şimşek çaktığı için gülmelidir ki o mizah olsun! Umberto Eco’nun dediği gibi kaba bir adamın yellenmesi aynı kabalıkta insanların kahkahalarla gülmesine sebep olabilir ama eğer mizah entelektüel bir etkinlik olarak oluşuyorsa orada ciddi bir durum var demektir! Ülkemizde maalesef ciddi durumlar doğurabilecek mizah yapılamıyor. Recep İvedik veya gişeleri zorlayan diğer yerli filmlerimizde durum ortadadır: bu tür komiklikler sanat felsefesinin ve estetiğin kapsama alanı dışındadır!

Gerçeklik algımız ve duygularımızı değiştiren diğer şeylerden biri de bir filmdeki aşk ve cinsellik temalarıdır. Bu hafta gösterime giren Yasak Aşk (Two Mother), bilhassa aşk konusunda yere çakılıyor. Cinsellik konusunda ise pornografiye varacak kadar cüretkar bir anlatıma sahip. Üstelik tüm dünyada olduğu gibi, genel ahlak kurallarına karşı duyarsızlığının dil ucuna getirdiği kelime tek: küstahça! Gerçi feministler buna küstahlık değil, cüretkarlık diyecektir ama cüretkarlık bu film için hangi bağlamda kullanılırsa kullanılsın küstahlıkla eşanlam kazanmış olacaktır.

Hikayeye bakar mısınız: Şehvetlerinin altında kalan iki genç insan ve iki geçkin kadın. Kadınlar çocukluktan itibaren arkadaşlar. Birbirlerinin çocuklarına doğumlarından itibaren yarı annelik ediyorlar. Gençlerin her biri yarı anne bildiği kadını şehvetle arzuluyor. Kadınlar bu şehvete daha azgın bir biçimde cevap veriyorlar: bu yüzden her şeye, geleneksel aile değerleri, toplumsal kurallar vb. vb. sırt çeviriyorlar..

Sözde bir aşk hikayesi. Ama aşk filminden çok bir porno dizgesinde bir film. Mat ve hicap duygusu uyandıran filmin feminist yönetmenine ait estetik ve ahlaki tercihlerini uzun uzadıya tartışacak değilim... Konumuzu başta sorduğumuz soruya bağladığımızda ise ortaya sanatı -edebi veya sinemasal- bir gayeye alet etmenin somut örneği ortaya çıkıyor. İşte tam burada benim gibi insanlar şöyle düşünüyor: Eğer bir film benim gerçeklik algım ve duygularımda değişiklik yapmak amacıyla çekilmişse ve bir üçüncü şahıs olarak bende ve diğer seyircilerde ahlaki tepki uyandırıyorsa eleştiri hakkımı sonuna kadar kullanırım! Sadece kullanmakla kalmam aynı zamanda benim gibi düşünen insanlara açıkça mesaj veririm (gerçeklik algılarına ve duygularına hitap ederim): Arkadaşlar bu filmi seyretmemeniz siniz için daha iyi olur!


Sanat (sinema) gerçeklik algımız ve duygularımıza bu şekilde tecavüz etmeye devam edecek mi? Edecekse, nerede duracak? Durmayacaksa bizim gibi toplumlar, “Batılılaşma bir devlet projesidir, onun kültürünü de içselleştirmeliyiz” fikrini savunanlara mı iltihak edeceğiz? Durum ciddi ve sadece bir estetik sorunsalından daha fazlası. 



SAYFAYI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN


UNUTMADIM

Işıl ışıl bahar aydınlığını
Elimde kağıdım, kalemim
Verdiğim sözler
Konduğu dala bir daha konmayan duygularım

Su içtiğim çeşmeler
Gözlerinde kaybolduğum kadınlar için
Düştüğüm tarihler

Hayır unutmadım yaşamayı
Yaşıyorum!

ÇOCUKLAR

Birdenbire sever çocuklar
Baharda açan badem çiçekleri gibi

Yağmurun yağacağını
Rüzgarın eseceğini
Aynanın küseceğini
Güneşin yakacağını bilmeden
Birden bire severler de
Sevmeyi yavaş yavaş unuturlar

Birdenbire büyümez çocuklar
Birdenbire severler
Zeytin ağaçları gibi çiçek açtıklarında
Sevgiyi yeniden öğrenir çocuklar

HASRET

Gitmesen olmaz mı

Solgun yüzünde bir uçuk tebessüm
Ayrılık vaktinde şafak sökerken
Uzun güne karşı koyamaz göğsüm
Gitmesen olmaz mı? 
                                           Daha çok erken...

Bekle biraz ne olur! Ezan okunsun.
Güneş usulcacık tüle dokunsun.
Söyle: neden mahmur, baygın, mahzunsun?
Gitmesen olmaz mı? 
                                          Çok da yorgunsun.

Bir saat çalacak komşu bir evde,  
Kumrular uyanıp bir yakın yerde,
Kuşlar ötecek pencerelerde...
Akşama yeniden geleceksen de; 

                                          Gitmesen olmaz mı?

Mustafa Polat: Âşıktı, Şairdi ve Dosttu...

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Şair Mustafa Polat
Genç yaşta aramızdan ayrılan şair yazar ve edebiyatçı Mustafa Polat ölümünün 30. yılı münasebetiyle ilk defa ESKADER’in düzenlediği Bâbıâli Sohbetleri’nde yâd edildi. En yakın dostları ve ailesi, duygulandıran konuşmalarında, Polat’ın kısa hayatı boyunca hafızalardan silinmeyecek derecede örnek bir şahsiyet olduğunu belirttiler. Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin (ESKADER) her hafta Timaş Kitap Kahve’de düzenlediği Bâbıâli Sohbetleri’nde bu hafta genç yaşta Hakk’a yürüyen şair yazar ve edebiyatçı Mustafa Polat anıldı. Ölümünün 30. yılında yâd edilen ve yakın çevresi tarafından müstesna bir kişilik olduğu vurgulanan Polat’ı programda anlatan kalabalık konuşmacı grubu ve onları dinleyen misafirler, duygulu anlar yaşadılar ve muhabbetle yâd ettiler. Birlikte aynı sofrada oturduğu, çalıştığı ve zamanının büyük bir kısmını birlikte geçirdiği yakın dostlarından Mehmet Ali Bulut, İlhan Öztin, Coşkun Çokyiğit, Cemil Ertonga, Şeref Oğuz, Latif Salihoğlu, Abdullah Eraçıkbaş, Muammer Erkul, Ali Hakkoymaz, Hanifi Kayan’ın yanı sıra annesi Türkân Polat hanımefendi ile kardeşi Nedim Polat, Mustafa Polat’ın benzersiz vasıflarını, bilinmeyen yönlerini anlattılar. Programda daha önce okuyucu ile buluşmamış şiirlerinin kitaplaşması ve kendisi için bir anma kitabı hazırlanması konusunda bir an önce adım atılması gerektiği vurgulandı.

ŞİİRLERİ KİTAPLAŞTIRILMALI

Programın açılış konuşmasını gerçekleştiren ve toplantıyı yöneten ESKADER Kurucu Başkanı, edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım, Mustafa Polat’ın ardından güzel hâtıralar ve muhabbet bıraktığını ifade ederek, bu güne kadar böyle bir toplantının yapılmadığını, bundan sonra daha sık hatırlanması için örnek bir toplantı olmasını dilediğini belirtti. “Mustafa Polat’ı bundan sonra hiç unutmayacağımıza inanıyorum.” diyen Yardım, yakın tarihte Sefa Kaplan’ın okuyucu ile buluşacak olan Oğuz Atay kitabında Mustafa Polat’tan bahsettiğinin de vurgusunu yaptı. Bir dönem Mustafa Polat ile aynı evde yaşadıklarını kaydeden Mehmet Nuri Yardım, Polat’ın vefatının fakülte hocalarını da çok üzdüğünü belirterek, “Eminim ömrü vefa etseydi, şimdi bir üniversitede profesör olarak kendinden sonraki nesillere ve bizlere büyük faydaları dokunacaktı.” dedi.  Mevcut şiirlerinden bir kitap oluşturulması ve en kısa zamanda yayımlanması konusunda acele edilmesi gerektiğini söyleyen Yardım, yakın dostları olarak bir anma kitabı derlenmesi gerektiğinin de altını çizdi.

HAKİKİ BİR ŞAİRDİ

İlk sözü alan gazeteci yazar Mehmet Ali Bulut, Mustafa Polat’la kısa da olsa bir dönem ağabey kardeş kadar yakın olduklarını söyleyerek, geçirdikleri zaman dahilinde gülümseten hoş hâtıralarına yer vererek şunları söyledi:
“Oturduğumuz ev bütün dostlara açık, tekke gibi evdi. O ev için sık sık söylediği bir cümle vardı: ‘Buraya gelen ermişler sapıtır, sapıtanlar erer.’ Bunu saplantılı ve sabit fikirli insanlardan pek haz etmediği için söylerdi. Hakiki bir şairdi. Gidişi ile müthiş bir acı yaşadım. Onunla öyle çok hâtıram vardır ki, yazdığım Derviş ve Zinha romanında onu ikinci kahraman yaptım. Bir gönül dostuydu.”

Gazeteci yazar İlhan Öztin, Mustafa Polat’ı çok sevdiğini dile getirerek İstanbul’a ilk geldiğinde kalacağı medresede gördüğü ilk günden itibaren yakın dostluklarının başladığını ifade etti. “Onunla ilk kucaklaşmamızda dostluğu meydana getiren o akış yaşanmıştı. Babamı erken yaşta kaybetmiş biri olarak Mustafa’yı kaybedişim ölümün acısı ile tanıştırdı beni.” diyen Öztin, bu kaybedişin acısını uzun süre üzerinden atamadığını belirtti.

ÂŞIKTI, ŞAİRDİ VE DOSTTU

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Gazeteci yazar Coşkun Çokyiğit, aynı evde kaldığı Mustafa Polat’ın vefatının nasıl gerçekleştiğini anlatarak, büyük bir şok yaşadığını ve bu şokun etkisinden uzun süre kurtulamadığını anlattı. “Gülümsemesini, arkadaşlığı, sevmeyi bilen bir insandı. Onunla ev arkadaşıydık. Ölümüyle yaşadığım travmayı üzerimden çok zor attım. Bir Ramazan günü vefat etmişti. Eve geldiğinde cenazesi ile karşılaşmıştım. O anı hiç unutamıyorum. Âşıktı, şairdi, dosttu. Ona bir şey anlattığınızda mutlaka rahatladığınızı hissederdiniz.” diyen Çokyiğit, en stresli olduğu zamanlarda edebiyat şiir üzerine yaptıkları sohbetlerle rahatladıklarını, bu sohbetlerin kendisine çok şey kazandırdığını ifade etti. Polat’ın kitaba düşkünlüğünden de bahseden Çokyiğit, “O yaşta ciddi bir kütüphaneye sahipti. O kütüphaneyi gördüğümde onun okumadaki ve fikri derinliğini anlamış, ona daha çok saygı duymuştum.” dedi.

“HİÇ ANILMAYACAĞINI SANIYORDUM”

Yine bir dönem Mustafa Polat ile ev arkadaşlığı yapmış olan Cemil Ertonga, gülümseten birçok hâtırasını naklettiği konuşmasında, Polat’ın ruhu büyük bir insan olduğunu kaydetti. “Ali Hakkoymaz ve Mustafa Polat ile 12 Eylül’ün ardından siyasî bakış açımda bir karmaşa yaşadığım bir dönemde aynı evde kalmaya başladım. Bu bir arkadaşlık bana çok şey öğretti. Onlardan yaşça küçüktüm ancak üçümüz de kitap âşığıydık. Bu yüzden çok defa parasız kalırdık.” diyen Ertonga, Mustafa Polat’ın herkese nüktedan bakan bir insan ve gerçek bir edebiyatçı olduğunu vurguladı. Sabah gazetesi yazarı Şeref Oğuz, Mustafa Polat ile Tercüman gazetesinde bir arada çalıştıklarını anlatarak “Kâğıtlarımın kenarına şiirler yazardı. Bende birçok fotoğrafı var. En kısa zamanda bunları derlemek ve yakın dostları ile paylaşmak istiyorum.” dedi. Anne ve babasının Eyüp Mezarlığı’nda Mustafa Polat’a komşu olduklarını söyleyen Oğuz, Eyüp’ten her geçişte üçünü aynı anda hatırladığını ifade etti. Mustafa Polat için böyle bir toplantı düzenlenmesi yönünde hiçbir umudu olmadığını belirten Şeref Oğuz, bu toplantı için mutlu olduğunu söyledi.

GÖK HEKİMİYDİ

Yeni Asya gazetesinden Latif Salihoğlu, Mustafa Polat’ın ilk gençlik arkadaşı olduğunu söyleyerek, tanışmalarını ve Malatya günlerini anlattı. Kendisi anarşiye meylederken Polat ile tanışmasının bu fikrini değiştirdiğini anlatan Salihoğlu, “Ensar ruhu ile benim gibi bir muhacire sahip çıkması çok anlamlıydı. Ona çok şey borçluyum.” dedi. Sonraki yıllarda İstanbul’a geldikten sonra da görüştüklerini kaydeden Latif Salihoğlu, gencecik yaşında Tercüman gazetesinde “Elveda Rumeli” başlıklı geniş yazı dizisini hazırlayabilecek ehliyette olmasının çok önemli olduğuna dikkat çekti. Yeni Asya yazarlarından Abdullah Eraçıkbaş, Mustafa Polat’ın genç yaşta vefat etmesine rağmen iz bıraktığını belirterek, “Adı ile benzerlik Taşıyan Mustafa Nezihi Polat da genç yaşta vefat etmişti. Bu yüzden kaderleri de benziyor. Eyüp Mezarlığı’nda da birbirlerine komşu olarak yatıyorlar. Ne zaman evine gitsem kitaplardan adım atacak yer bulamazdım. O bir gök ekindi.” dedi.

KİTAP ÂŞIĞI

Yazar ve çizer Muammer Erkul, genç yaşlardayken erken ölümün endişesini taşıdıklarını ve tam bunları düşünürken Mustafa Polat’ın vefatı ile büyük bir şaşkınlık ve yıkım yaşadığını anlattı. “Onun vefatını duyduğum anı bir daha yaşamak istemem. Büyük bir şoktu. Bütün arkadaşlar çok sarsıldık. Çok yakışıklı bir insandı. Çok zeki bakan insanın içini okuyan bakışları vardı. Nişanlısı Ayfer Hanım, onun ardından başka birini sevmedi ve kanser yüzünden vefat etti.” diyen Muammer Erkul, Mustafa Polat’ın bir Ramazan günü doğmuş ve ölmüş olmasının da enteresan bir kesişme olduğunu kaydetti. Şair ve yazar Ali Hakkoymaz, Mustafa Polat’ın nitelikli insanlarla birlikte olmayı yeğlediğini, yaşarken de övgüyü hak eden insanlardan olduğunu ifade etti. “Onun varlığı 30 yıldır, içimde bir çığlık, bir ağıt.” diyen Hakkoymaz, birlikte aynı evde yaşadıkları acı tatlı hâtıralara dair kaleme almış olduğu şiirini seslendirdi ve Mustafa Polat’ın felsefesinin kimseyi kırmamak olduğunun altını çizdi. Cağaloğlu’ndaki Kubbealtı Fotokopi’nin sahibi Hanifi Kayan, Mustafa Polat ile tanıştığı yıllarda Beyazıt Meydanı’nda eski kitap sergisi olduğunu ve Polat’ın bu sergiyi sık sık ziyaret eden bir kitap âşığı olduğunu vurguladı. “Yıllar boyu kitaplarla haşir neşir olduk. Onun öldüğüne hâlâ inanamıyorum.” diyen Kayan, hayatının unutulmaz insanlarından biri olduğunu kaydetti.

GÜZEL BİR HAYATA GÜZEL BİR ÖLÜM

Son konuşmacılardan Mustafa Polat’ın kardeşi Nedim Polat duygulu anlar yaşayarak konuşmakta oldukça zorlandı. Ağabeyi dershanelerde kaldığı için kendisiyle çok uzun yıllar bir arada olamadığını anlatan Nedim Polat, “Uzak şehirlerde olmamızdan dolayı ölüm haberini gazete ilanından öğrenmiştim. Benim için büyük bir yıkımdı.” dedi. Son sözü alan annesi Türkan Polat, Mustafa Polat’ın yaşadığı kısa hayatında İslâmî prensiplerden hiçbir şart içinde  taviz vermediğini, Mustafa’nın Hakk nazarında güzel bir yerde olduğuna inandığını belirtti. İstanbul’a ziyarete geldiği zamanlarda öğrencilik dönemlerinde kitaplara olan düşkünlüğünden yiyip içmesine dikkat etmediğine şahit olduğunu ve bunun kendisini üzdüğünü anlatan Türkan Polat, geriye çok güzel izler ve hâtıralar bırakmış olmasından dolayı mutlu olduğunu ve onu kaybettiği için hiçbir zaman kahırlanmadığını, tevekkülle sabır gösterdiğini ifade ederek “Böyle güzel hâtıralarını dinleyebildiğim bir toplantı düzenlediği için ESKADER’e teşekkürlerimi sunarım. Beni çok mutlu ettiniz.” dedi.

Büyük bir coşku, hüzün ve neşe içinde geçen ve iki saat boyunca dikkatle takip edilen program sonunda Mithat Damar Hoca, bir aşrı-ı şerif okudu ve hâtıra fotoğrafları çekildi.

Elif Sönmezışık (Sanatalemi.net)

Bir de rüya yorumculuğu tarafımız var!

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Sinemanın 100. Altın Portakal'ın 51. yıldönümü özçekimi
Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel imzalı, festival davet metni, okuduğum en
ilginç davet mektuplardan biri. Şöyle başlıyor: "Gelenekten Geleceğe söylemiyle yola çıkan, yerelden evrensele yenilikler ve ilklerle hayata geçecek 51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, 10-18 Ekim 2014 tarihleri arasında perdelerini açıyor. Yarım asırlık tarihinin büyüsüyle Türkiye sinemasının ‘yaşayan belleği’ niteliğini koruyan Antalya Altın Portakal, 51. yılında bugüne kadar onu var eden her değere sahip çıkarak geleceğe uzanırken gelenekten güç alarak eskisinden de etkili bir festivalin temellerini atıyor.


Image may be NSFW.
Clik here to view.
Baba'nın yönetmenine
soru sorarken: konuk!
“Gelenekten geleceğe, yerelden evrensele, eskisinden daha etkili bir festival, tarihinin büyüsü, yaşayan bellek, onu var eden her değere sahip çıkmak” gibi seçilmiş cümleler, Menderes Türel’in 2004 yılında başlattığı ancak 2009 yılında yarım kalan “Antalya’ya yakışır, modern ve etkili festival” iradesini yansıtıyor. Anlaşılan o ki, bu heyecan, hiç dinmemiş! Türel, yeniden işbaşına gelir gelmez film festivaline daha önce verdiği değerle aynı ama bu sefer sağlam bir kavrayışla desteğini sürdüreceğini İstanbul’da bizzat ilan etmişti.

Mektubun bir diğer bölümü de şöyle: Avrupa’nın en uzun soluklu film festivalleri arasında yer alan ve ülkemizin en önemli kültür sanat etkinliği olan Antalya Altın Portakal, Türkiye sinemasının küresel başarılara imza attığı ve Türkiye sinemasının 100. yılını kutladığımız 2014’te gelecek nesillere emanet edeceği bir festival kültürü yaratıyor.

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Rüya anlatan bir başkan
beklemekten yorulmuş
muyum ne?
 
Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin, Başkan Türel’in hayal ettiği, rüyasına gördüğü bir festivale dönüşmesinde hiçbir mani yok gibi görünse de bu yolun çok çetin, dikenli ve zor olduğunu kendisi de bizler de iyi biliyoruz. Başkan’a bütün festivali içerik ve biçim olarak izledikten sonra bu sütundan kendisini hiç yanıltmadan düşüncelerimi yazma sözü veriyorum.

Şimdilik elimden bu kadarı geldiği için. Çünkü Türel ve onun gibi ruh dünyalarımız, rüyalarımız ve gelenek gelecek arasında köprüler kurma sevdamız üç aşağı beş yukarı aynı olan yetkililer, bizleri bugüne kadar hep seyirci, izleyici, konuk olarak davet ettiler. Oysa bizim bir de rüya yorumculuğu tarafımız var!

Başkana bu çetin yolda, feraset, aydınlık ve başarı diliyorum.



Hollywood tipi Haçlı Sineması örneği: Dracula Untod

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Kanuni'yi Balkanlar'da acemi oğlanı
toplanışını izlerken gösteren bir minyatür.
1100 yılından itibaren Marmara denizi üzerinden, Anadolu, Suriye, Kudüs ve Mısır’a doğru uzanan 'hat'ta, 350 yıl boyunca süren bitmez tükenmez Haçlı seferlerinin önündeki tek engel,  Orta Asya’dan gelip bu coğrafyayı tavattun eden Türkler olmuştur. 1075 yılında İznik Başkentli Anadolu Selçuklu Türk devletini yıktıktan sonra Anadolu topraklarında yeşeren “Selçuklu Barışı”nı da yerle bir eden Haçlılar, Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü geri almasından sonra bile durmamışlar ve bütün bu coğrafyayı tıpkı bugün Avrupa Birliği ve ABD’nin el ele vererek bir savaş çöplüğüne döndürüş gibi perişan etmişlerdir. Ta ki, Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethedip, Haçlıları Doğu Avrupa’ya sürmeye başladığı zamana kadar…
15. Yüzyıl Batısı, hurafelerin, korkuların, yalanların, dini kandırmacaların, siyasi şarlatanlıkların, feodal zorbalıkların vatanıydı. Bütün Avrupa Engizisyon sorgucuların cadı avıyla çalkalanıyor, sapkın Hristiyanlar ve Yahudilerin ateşe atılarak yakılması suretiyle “kebapçı dükkanı gibi tütüyor” ve kıta
Image may be NSFW.
Clik here to view.
Filmden bir görüntü.
Karanlık Dönem” yaşıyordu. Türk Hakanları ise çağlarının en iyi sivil ve askeri eğitim almış liderleri olarak feodal zalimliğe karşı daha adil bir düzenle toplumları kendi din, dil, mezheplerine göre “milletlere” ayırıp görece özgür bırakarak bir “Osmanlı Barışı” kurmaya çalışıyorlardı.  
Türkler, son Haçlı Seferi’ni II. Murat komutasında Varna’da tarihe gömmüş, Haçlı saldırganlığını ta Macaristan, tatta Almanya’ya kadar sürmüş, Batı Roma’yı fethedecek duruma gelmişti. Papalığın, feodalizmin demir yumruğu altında ezilen cahil ve yoksul insanlara dini merhametle yaklaşmak yerine onları Cennet tapusuyla istismar etmesi işin bir başka boyutuydu.

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Prof. Halil İnalcık'ın kitap kapağına
aldığı hilal şeklindeki madalyonun
üzerinde, "Papacı olacağına Türk ol!"
yazmaktadır.
 En çok bel bağladıkları en yüksek dini otoritenin ikiyüzlülüğü karşısında, adil Türk idaresinin ışıltısına kapılan mağdurlar, “Türk olmak” gibi bir yolu seçiyor veya en azından Türk egemenliğini Papalığa, feodal prenslere veya diğer otoritelere tercih ediyorlardı. Ta Osman Gazi’nin silah arkadaşlığını tercih eden Gazi Köse Mihal Bey’den beri “Türkleşenler” veya Türk’e muhabbet duyanlar ise Batılı din adamları, feodal prensler ve diğer güç odaklarını korkutuyordu.

Bu yüzden bilhassa dini bir söylem kullanılıyor, Türkler şeytanın askerleri aşağılaması ile nitelendiriliyor, Türk olanların (İslamiyet’i seçenler Türk’leşmiş kabul ediliyordu) cehennemde yanacak lanetlenmiş kâfirler oldukları gündelik dilden edebiyata oradan da felsefeye kadar yer bulabiliyordu (Bu konuda geniş bilgi için: Onur Bilge Kutlu, Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi ile Batı Edebiyatında Oryantalizm –I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları). Günümüzde Haçlı edebiyatı olarak nitelendirilen bu dil, öteki yaratmak için bulunmuş ve sonuna kadar kullanılmıştı (Bak: Daniel J. Vitkus'un “Othello'da Türkleşme Olgusu: Mağripli'nin Dönüşümü ve Lanetlenişi, Çev: Çeviri: Burç İdem Dinçel.

11 Eylül’den sonra  “Kutsal ağaç, kutsal kazık” anlamındaki yine bir ‘dini imge’den yola çıkarak isimlendirilmiş Hollywood sineması, aynı ‘dil’i bir kere daha devralarak sinemaya taşımış bulunuyor. Kelimenin tam manasıyla Orta Çağ feodal egemenler ve ötekileştirici dini literatürdeki söylemi kastediyorum. Hollywood bu dili önce genel anlamda İslamiyet, İran ve selefi Müslümanlar için kullandı. Pek çok filmde, Müslümanlar ötekileştirildi. Açıkça terörist ve düşman ilan edildi. Bu sanatın arkasına gizlenmiş örtülü ifadelerle ima edilen bir bilinçaltı çalışması değildi. Doğrudan bir ifadeydi… Nedenini hala anlayamadığım bir sebepten dolayı kimi fevri çıkışlara rağmen Türkler bu söylemin dışında tutulmaya çalışıldı. Bazı dizilerde, filmlerde çok küçük göndermeler olsa bile bunlar mesela Şiî İranlılar ve Selefiler uygulanan dilden farklıydı. Ama işte sonunda Holywood, uzun zaman içinde tuttuğu Türk düşmanlığı zehrini salıverdi. Tıpkı Drakula: Untold’da mağarada saklanan Master Vampire gibi…

Drakula Untold’un yaratıcıları acemi mi, kötü niyetli kişiler mi? 

Drakula Untold’un hikâyesi, Vlad Drakul ve Sultan II. Mehmet gibi iki gerçek tarihi karaktere dayanıyor. Yardımcı karakterlerden Hamza Bay de (Paşa) öyle. Doğrudan gerçek karakterleri gerçek isimleriyle anıyor, ancak öykünün devam eden macerası içinde sinema sanatını bir yalanlaştırma makinesine dönüştürmekte beis görmüyorlar. Fatih sultan Mehmet Gebze’de, otağında eceliyle öldüğü halde, filmin finalinde Drakula onu boynundan ısırıyor, kanını içerek öldürüyor. Bu ırkçı ve kindar ve nefret içeren öyküleme hangi hakla sanata mal edilebiliyor anlamak güç? Diğer yandan Vlad Drakul (filmdeki adıyla Kazıklı Prens), kendi milleti dahil olmak üzere her türden insanı işkenceyle katletmekten zevk alan, “dini fanatizm ve patolojik zalimliğin” pençesindeki bu hasta adam, Hz. İsa’nın Çile’sini yüzyıllar sonra yeniden yaşayan bir masum gibi gösteriliyor! 

Prens Vlad, filmde, acınacak derecede diyakronik yani ultra modern ailesi ve devlet erkânı ile şatosunun salonunda Paskalya’yı kutlarken Hamza Paşa (Bey) tarihi gerçeklere aykırı olarak tolgasını çıkartıp bir er gibi elinde tutmuş halde (Bir başka görüşmede Türk elçiler, başlarını açmadan görüşmeye girdikleri için Vlad onların sarıklarını üçer çivi ele kafalarına çiviletmiştir!) geliyor, 1000 çocuk, Valad’ın oğlu Ingeras ile yıllık haracı istiyor. Prens Vlad, karısının şiddetli itirazları yüzünden oğlunu ve tabii diğer çocukları vermekten imtina ediyor. Sonraki bir sahnede Hamza Bey ve yanındakileri hem de tek başına kılıçtan geçiriyor. Bundan sonra başına gelebilecekleri bildiği için bir dağın tepesinde tesadüfen yerini öğrendiği “Master Vampire”in (Charles Dance) kendisini ısırmasını sağlıyor. Ustası ona üç gün boyunca insan kanı içmediği takdirde hayatına normal bir insan gibi devam edebileceğini söylüyor. Vlad, Fatih’in ordusu kapıya dayandığı için bu perhizi yerine getiremiyor. Eşinin kanını içiyor. 

Üç gün sonra yeniden hayata dönüyor ama artık bir Drakul (Şeytan) oluyor: Hz. İsa’nın bedenini kuzuları için feda etmesini Vlad’a yükleyerek onu da ailesi ve halkı için kendini feda eden bir kahramana gibi gösterme histerisi karşısında bilinçli seyircilerin küçük dilini yutmamasına imkân yok. Dünyanın geçmişinden ve nereye gittiğinden bihaberler zaten bu anlattıklarımın hiçbirini dert etmez. İçten içe milli kültüre düşman olanlar ise mesela entel eleştirmenler, bu filmi sadece sinema tarihi bağlamında değerlendime darlığı ve sığlığına bilerek düşerler! Sözün kısası bu sahne, sinema sanatı için apaçık bir zorlama olduğu gibi dine hakaret olarak algılanmalıdır.

Bir Resulün, kutsal kitaplara girmiş hikâyesini alıp Şeytan’a dönüşen bir zalim için kullanmak gibi din dışı, akıl dışı, tarih dışı aynı zamanda sanatın tahammül sınırları dışında iş yapan bu üçlünün, sinema eleştirmenlerince tıpkı Drakula gibi lanetleneceğini umarak tarihi gerçeklere dönmek istiyorum.

Ancak ondan önce şunu belirtmekte fayda umuyorum: Tüm film boyunca kötülüğün, felaketlerin, zulmün, zalimliğin, ahlaksızlığın sebebi olarak doğrudan Türk kelimesinin kullanılması, film ekibinin, Drakula Untold’u sinema sanatı yapmak için değil, bir ulusu kötülemek, aşağılamak üzere yaptığını apaçık biçimde gösteriyor. Yukarıda da belirttiğim gibi Haçlı Edebiyat diskurunu devralan Hollywood ekibi, aslında filmin adını Drakula Untold olarak seçerken de aynı Haçlı kafanın emrinde görüyor. Untold, İngilizce “söylenmemiş, anlatmamış” manalarına gelen bir kelime. Ekibin bugüne kadarki Drakula filmlerinde anlatılmayanın, söylenmemiş olanın bir Master Vampire olduğunu söylemeleri ise hiç inandırıcı gelmiyor.

Bram Stoker, aşağıda Norman Davies’den naklettiğim kısımda da görüleceği gibi, çok erken dönemde kitaplara geçen Vlad Drakul’un hikâyesini araştırırken Osmanlı ve İngiliz’ler arasında çift taraflı casusluk yaptığı bugün apaçık ortaya konulan Armin Vembery gibi pro-aktif adamdan etkilenmiş görünüyor. Üstelik Drakula romanının üçüncü kısmında Kont Drakul, Jonahthan’a çektiği nutukta ülkesinin pek çok ulusça istila edildiği belirtiyor. İşte film ekibinin kötü niyeti diyebileceğim tutumu burada da kendini gösteriyor. Türk soylu olsun olmasın Drakula’nın bahsettiği, bütün zamanlar boyunca Eflak’ten gelip geçmiş bütün kavimleri Türk isminde birleştirerek belirli bir zamanı, belirli bir milleti yani Türker’i ve çağ açmış bir Türk Hakanı olan Fatih Sultan Mehmet’i aşağılamış oluyor!

Tüm dünyada izlenecek bu film boyunca kötülüğün geçtiği her yerde tekrarlanan Türk isminin dünya seyircisi üzerinde bırakacağı etkiyi düşünün!

Tüylerim diken diken oluyor!

İşin bir diğer üzücü yanı ise bu filmin Türkiye’de gösterilmesinden milliyetçi-muhafazakar çevrelerin hiç mi hiç etkilenmemiş görünmesi. Sosyal medyada klavye silahşorluğu ile vakit geçiren ve artık diji-kafalı muhafazakarlara dönüşenler, en azından sanal ortamda bile filmin içerdiği kötü fikri ve aşağılamayı deşifre edebilirlerdi. Nerede?


ALTYAZI

Vlad Drakul, Kazıklı Voyvoda, Vlad Tepeş… Tarih kitaplarına geçen pek çok ismi bulunan bu zalim despotun gerçek karakteri nedir, bunu büyük bir Osmanlı tarihi yazmış olan Alman tarihçi Hammer’den aktarayım:

Hammer Tarihi’nden

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Kazıklı Voyvoda, Vlad Tepeş,
Vlad Drakul vs vs...
“Padişah, Trabzon seferinden döner dönmez, Eflak Voyvodası Vlad tarafından harp meydanına davet olunmuştur. Bu voyvoda, mahir ve gaddar bir zalimdi. Macristan, Eflak ve Türkiye vakayinameleri –korkunç tabiatını oldukça gösteren- üç muhtelif nam ile yâd ederler. Vlad, Macarlar tarafından umumiyetle “Drakul – Şeytan”, Ulahlar tarafından “Çpelpuç – Cellat”, Türkler tarafından “Kazıklı Voyvoda” diye isimlendirilmiştir. Yılanca vahşeti hakkında bir fikir hâsıl etmeye kifayet etmek üzere, şu birkaç vakayı nakledeceğiz:

En sevdiği gösteri, kazık işkencesi idi; bilhassa kazıklara vurulmuş ve işkencelerle can vermekte olan Türklerin teşkil etmiş oldukları kalın bir dairenin ortasında sarayının halkıyla birlikte yemek yemekten pek büyük haz duyardı. Eline Türk esirleri geçince, ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile ovuşturulmasını ve ondan sonra elem ve azabın artması için keçilere yalatılmasını emrederdi. Kendisine gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak kendilerini tanıtmak protokolünden istinkâf etmeleri ile babalarının adetlerine uygun olarak ve daha kuvvetli bir surette başlarında durması için sarıklarını üçer çivi ile başlarına çaktırmıştır.

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Vlad'ın yerken manzarası
Bir gün memleketin bütün dilencilerini büyük bir ziyafete çağırarak, iyice doyurduktan sonra, sofra masasını ateşe verdirip hepsini yakmıştır. Bir defa da bir takım zavallı kadınların memelerini kestirerek, onların yerine çocukların başlarını kestirip yapıştırtmıştır. Çocukları validelerinin ateşte kızartılmış etlerini yemeye zorlamıştır. İnsanların sebze gibi doğramak ve çömlek içinde pişirip kaynatmak için hususi usuller icat etmiştir. Bir gün eşek üzerinde tesadüf ettiği bir papazı, eşekle beraber kazıklatmıştır. Başkasının maline el dokundurulmamasını va’zetmiş bir rahip, sofrada Drakul’un kendisine ayırdığı bir ekmek parçasını almış olmasından dolayı, hemen orada kazığa vurulmuştur.

Sevgililerinden biri kendisini yanlışlıkla hamile zannetmesi üzerine, canavar bizzat kadının karnını yarmıştır.

En büyük şenlikleri birçok adamları birden işkenceye koymaktı. Lisan öğrenmek için Eflak’e gönderilmiş olan 400 Macaristan ve Transilvanya delikanlılarının hepsini birden ateşte yaktırmıştır.

600 Bohemya tacirini Pazar yerinde kazığa vurdurmuştur. Asilzadegandan kedisine şüpheli görünen 500 kişi –bulundukları kazadaki ahalinin doğru bir defterini vermemiş oldukları bahanesiyle- yine kazığa oturtulmuşlardır.

Fakat bunların cümlesi, Osmanlıların aleyhindeki muharebesinde Bulgaristan ahalisi hakkında yapmış olduğu katliama nispetle hiçbir şey hükmündedir.

Bu kan dökücü, Eflak hükümetine Sultan Mehmet’in yardımı ile nail olarak, erkek, kadın, çocuk 20 binden ziyade insanın az vakit içinde telef edilmesi suretiyle kuvvetini teyit etmişti. Padişah onun mezalimi için değil, Matyas-Korvinos’a elçiler gönderdiği ve hazineye senelik 10 bin duka vergiyi tediyye hazır olduğunu beyan ederek ve fakat bundan başka talep olunan 500 delikanlıyı göndermekten ve ve bizzat Bab-ı Hümayun’a gelmekten imtina etmiş olduğu için hükümetini yıkmak istiyordu.

Vlad’ın ele geçirmesine müsait bulunmuş olan Eflak’ı da onun biraderi Radul’e vermek arzusunda idi. Bu Radul, kardeşinin hükümetini alabilmek için II. Mehmet’in menfurca arzularına teslimiyet göstermek şenaatinde bulunmuştur. Padişah Radul’u en ziyade şunun için severdi ki, delikanlı evvela elindeki kılıçla kendini müdafaa etmişti. Fakat ikbal hırsı sonraları II. Mehmet’in açıktan açığa mahbubu olmasına karar verdirmiştir. Vlad’ı itaat altına almak için, Padişah evvela –II. Murad’ın şarapdarı olup daha sonraları donanma kaptanı ve Mora valisi ve en son olarak da Vidin Valisi olan- Çakırcı Hamza Paşa’yı- ve eskiden Katabolinus ve şimdi Yunus Bey denilen Rum’dan dönme kâtibi ile beraber gönderdi. Bu iki adam Voyvodayı bir görüşmeye davet ettiler. Maksatları hile ile kendisini ele geçirmek idi. Vlad ise niyetlerini keşfedip maiyetleri ile beraber eline geçirerek ayaklarını ve ellerini kestikten sonra, hepsini kazığa vurdu; fakat Paşa’ya şerefli bir mevki verdi: yani diğerlerinden daha yüksek bir kazığa vurdurdu.

Drakul, bu imtiyazı eskiden kendi maiyetinden biri hakkında da kullanmıştı. Bir yaz günü kazığa vurulmuş birçok insanlarını içinden yayılan kokuya nasıl tahammül ettiğini sormuştu; Voyvoda onu derhal –kokudan mustarip olmasın diye- daha yüksek bir kazığa vurdurmuştur.

Kazıklı Voyvoda, Padişah’ın teşebbüsüne hiddetlenerek Hamza Paşa ile Yunus Bey’in idamından sonra, Bulgaristan’ı istila suretiyle hasımlık göstermeye başladı. Memleketi harap ettikten, yolu üzerindeki kasaba ve köyleri yaktıktan sonra –arkasında 25 bin esir bulunduğu halde- Tuna’dan geçerek Eflak’a döndü. Sadrazam Mahmut Paşa, elçinin feci ölümünü ve Bulgaristan’ın tahribini arz etmeye geldiği zaman II. Mehmet, bunun ilk hiddeti ile Mahmut Paşa’ya vurmuştu.

Sultan Mehmet, derhal İstanbul fethindeki miktara muadil olarak 250 bin tahmin olunan ordusunu toplamak için bütün vilayetlere Tatarlar çıkarttı. Sadrazam 200 bin kişiyle Tuna üzerine ilerledi. Padişah vuku bulan tahkirin intikamının alınmasında bizzat bulunmak isteyerek, 25 kadırga ve 150 diğer gemi ile Karadeniz’i geçip Vidin’e kadar Tuna’dan yukarı çıktı. O zaman geniş ticaretiyle çok meşhur olan İbrail ile Osmanlı askerlerinin güzergâhında bulunan şehirler kül haline geldi. 

Drakul, Eflak kazaları kadın ve çocuklarından bir takımını Praşova’ya (Kronştad), bir takımını memleketi örten eden ormanlara gönderdi. Ordusunu ikiye böldü. Birincisini –Osmanlılarla ittifak ederek bir müddet Kilya’yı muhasara etmiş ve muvaffak olmaması üzerine Eflak üzerine atılıp, geçtiği yerleri kan ve ateşe gark etmiş olan- Moldovya prensi üzerine sevk etti. Yedi yahut 10 bin kişi kadar olan ikinci fırka ile de Osmanlı ordusuna karşı yürüdü. Drakul, kıyafet değiştirerek bizzat padişahın askeri arasına girerek, dikkatli bir keşiften sonra, bir gece baskını tasavvurunda bulundu. Türklerin gece vakti her ne olursa olsun yerlerinden kımıldamamak âdetinde bulundukları, Vlad’ı ümitlendiriyordu. Drakul’un süvarileri fenerler, fanuslar tedarik etmiş oldukları halde Osmanlı ordusunun üzerine saldırdılar. Türkler, bir heyecana tutularak hiçbir harekete muktedir olamıyorlardı. Vlad’ın maksadı, doğrudan doğruya padişahın çadırına gitmekti. Lakin yanılarak Sadrazam ile İshak Paşa’nın çadırlarına taarruz ederek insanlardan ziyade atları, develeri öldürdü. Bu sırada ise Osmanlı süvarileri atlanmış idiler. Eflaklılar Sultan’ın çadırına vardıkları zaman, Yeniçerilerin savunmaya hazır olduklarını gördüler. Aniden vuku bulan bu hücumun verdiği intizamsızlığa rağmen, Osmanlı ordusu harp saflarını korumaya muvaffak olmuştu. Sağ cenahta eski Mora Beyi Turhan’ın oğlu Ömer Bey, Evrenosoğlu Ahmet Bey, Mihaloğlu Ali Bey ile Malkoçoğlu Balı Bey bulunuyordu.  
Sol cenahta, Arnavutluk Beyi Nasuh Bey, Esved Bey, Mihal Bey’in diğer oğlu İskender Bey vardı. Her iki tarafça büyük bir zayiatı mucip olmaksızın sabaha kadar bütün gece karakol muharebeleri devam etti. Güneş doğarken Vlad ricat etti.

Evvelki gece muharebesinde Osmanlıların eline düşmüş olan bir Eflaklı, Sadrazam Mahmut Paşa’nın çadırına götürüldü, Esir, kendisine sorulan ilk suallere yeterli cevabı verdi; lakin Vlad’ın ne taraftan gelmiş, ne tarafa çekilmiş olduğu sorulunca bunları pek iyi bilirse de hiçbir vakit söylemeyeceği cevabını verdi; çünkü Drakul’un vahşetinden çok fazla korkuyordu. Ölümle tehdit olundu; bir şey söylememekte ısrar etti. Mahmut Paşa derhal tehdidini icra mevkiine koydu; lakin esirin idamı kararını söylediği sırada, bu adi nefer için hayretini izhar etmekten kendisini men edemeyerek; “Eğer bu adam bir ordunun başında bulunsaydı, mutlaka bir büyük şan kazanırdı.” Dedi.

Vlad sanki sihirli bir güç ile ortadan kaybolduğundan Mehmet, Drakul’un payitahtı üzerine yürüyerek, Eflak içinde ilerledi fakat payitahtı muhasara etmeksizin geçti. Bu şehirden az bir mesafede, bir nehrin suladığı ovanın başlangıcında kazıklarda bir orman teşekkül etmiş olduğunu görünce nefretini açığa vurmaktan men edemedi: yarım fersah uzunluğunda bir mesafe içinde –bir takımı kazığa vurulmuş, bir takımı çarmıha gerilmiş- yirmi bin Türk ve Bulgar bulunuyordu. Bunların ortasında ve diğer kazıklardan daha uzun bir kazık üzerinde –İpek ve erguvani en güzel elbisesini giymiş olarak- Hamza Paşa’nın cesedi hala seçilebiliyordu. Analarını yanında çocuklar görülüyordu ki, kuşlar bağırsaklarının üzerine yuva kurmuşlardı. Hammer Tarihi, Cilt 3.

---------------------------------------- 

Vlad

Drakula veya Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Eflak Prensi III. Vlad (1432-1476) tarihe acımasızlık efsanesi olarak geçti. Yakın zamanlarda sapıklıklarına eklenen cinsel vurgular kötü ününe ün kattı, Ama o, Romanya’daki doğum yeri Sighişoara ve Poenari ve Barn’daki şatoları halen ziyaret edilen tarihi bir kişiliktir. Eflak prensliği aşağı Tuna’nın sol yakasında kalır ve onun bağımlısı kabul eden Büyük Macar krallığı ile büyüyen, haraç ödediği Osmanlı İmparatorluğu arasında sıkışmıştır. 1443-1444 Varna Haçlı Seferi sırasında, o yeni yetmeyken, Osmanlı Padişahı II. Murad’a rehin olarak gönderilmiş ve mazur kaldığı belalar onun sonraki obsesyonlarının psikolojik kökeni olarak değerlendirilebilir.

Türklerin ceza olarak pala yani “sivri sopa” kullanmaları iyi bilinir (Davies pala konusundaki bilgisinin yanlış olduğunu bilmiyor!)? Fakat III. Vlad’ın elinde korkunç bir terör aracına dönüşmüştü. İyice inceltilmiş ucuyla ince ve yağlı kazık kurbanın rektumundan sokulup ağzından öyle çıkartılırdı ki, ölüm günlerce gecikebilirdi. III. Vlad 1456’da, Türker’in İstanbul’u fethetmelerinden sadece 3 yıl sonra iktidara geldi ve kendini kâfirlere karşı direnen Hristiyan prenslerin savunucusu olarak gördü. Tuna’ya yaptığı bir sefer, söylendiğine göre ona, merhametle kafası kesilen ve yakılanlar dışında, kazıklanacak yirmi üç bin sekiz yüz seksen üç tutsak kazandırmıştı. Yurdunda iktidarı Eflak soylularının kitle halende öldürülmesiyle başlamıştı,, herhalde yirmi bin erkek, kadın ve çocuk şatonun penceresi önündeki ormanda kazığa geçirtmişti. (M.Cazacu, “Il Potere, la Perocita, e la Leggende di Vlad III, Conte Drakula”, Storia (Firenze), iii, no. 15-16.
Drakula’nın Macak Kralı Matyas Corvin tarafından yakalanıp hapsedilmesi 1463’te Viyana’da Almanca bir eserin yazılmasına yol açmıştı: Gesehichte Dracole Wayde ve ortaya çıkan edebiyatın kaynağı bu oldu. 1488’de çıkan Rusçasını herhalde Korkunç İvan biliyordu ve anlaşılan ondan yararlandı. Bu kitabın sayfaları bize Doğuda ve Batıda dinsel fanatizmle patolojik zalimlik arasındaki tuhaf bağlantıyı gösterir. İspanya Engizisyonu tutanakları veya İngiltere’de John Foxe’un “Book of Martyrs” (1563) kitabında anlatılan Mairan sorgulamaları. Eflak Vampir-prensinin yarattığı dehşetle aynı türden hastalığa aittir. 

(Norman Davies, Avrupa Tarihi, s: 489-290, İmge Kitabevi, 2. Baskı, 2011 , Ankara).

51. Altın Portakal: Türk sinemasının gelenekten geleceğe şenliği başladı

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Menderes Türel ve ikizi!
Türk Sinemasının kuruluşunun 100. yıl dönümüne denk gelen ve arım asırdır Türk sinemasının ilk ve en önemli şenliği olan Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, başladı. 10 Ekim akşamı Antalya EXPO Center’da düzenlenen açılış töreni, “Gelenekten Geleceğe” temasına uygun olarak sinemamızın kıdemli yapımcı, yönetmen ve oyuncuları ile genç neslini bir araya getirdi. Ev sahibi Başkan Menderes Türel  açılışta, birleştirici,yatıştırıcı ve sanatın herşeye rağmen sürdürülmesi gerektiği içerikli kapsamlı bir konuşma yaptı. Öte yandan, Orta Doğu ve ülkemizde yaşanan endişe verici hadiseler ve kayıplar dolayısıyla Türkiye’nin en köklü film şenliğinin geleneksel etkinlikleri olan kortej, kırmızı halı, konser ve partiler iptal edildi.

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Festivalin ev sahibi Türeller.
Korhan Abay’ın sunduğu açılış töreninde, sinemanın emektarlarına onur ödülleri takdim edildi. 51. Yılda Altın Portakal ödüllü, “Bozuk Düzen” başta olmak üzere çok sayıda filmde senarist, yönetmen ve oyuncu olarak görev alan Haldun Dormen, oyuncu Nilüfer Aydan ve “Düşman Yolları Kesti” gibi Türk sinemasının çok sayıda klasiğinde imzası olan yazar Tarık Dursun Kakınç onurlandırıldı.Sahneye çıkıp Türkçe “Merhaba” diyerek konukları selamlayan Oscarlı oyuncu Ellen Burstyn de Yaşam Boyu Onur Ödülü ile taltif edildi.
Image may be NSFW.
Clik here to view.
Başkan Türel, konuk sanatçı Ellen Burstyn ile.
Festival’in bu yılki en önemli etkinliklerinden biri de 100.Yıl kutlamaları. Bunlar içinde Kültür ve Turizm Bakanı Baş Danışmanı Dr. Abdurrahman Çelik’in editörlüğünü yaptığı ve içinde pek çok ana tema ve çok sayıda yazar ve sanatçının yazılarının yer aldığı Sinemada Bir Asır kitabı. Kitabın tanıtımı 12 Ekim Ekim Pazartesi akşamı saat 20:00’de AKM fuayesinde yapılacak.

FESTİVALE DAİR
Image may be NSFW.
Clik here to view.
Başkan Menderes Türel festivalin
 dirayetli direktörü Elif Dağdeviren.

Türk Sineması 100 Yılı İçin
51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, sinemamızın 100. yılını özel etkinliklerle kutluyor. Festivalin bu yılki “Gelenekten Geleceğe” temasını da destekleyen etkinliklerden ilki, 11 Ekim’de AKM Fuaye’de açılacak olan “Ödül Sergisi”. Bu yıl, 1964’te Gurbet Kuşları filmiyle Halit Refiğ’e verilen ilk Altın Portakal ödülü heykelciğinin temel alınması, bir ödül sergisine ilham verdi. Ziyaretçileri; sinemamızın 100, festivalin de 50 yıllık tarihinde bir gezintiye çıkaran sergi, geçmiş yıllarda Altın Portakal kazanmış sinemacıların, farklı yıllara ve tasarımlara ait heykelciklerini bir araya getiriyor. Serginin rekortmeni, 11 ödülle yönetmen Yavuz Özkan! Sergide ayrıca Hülya Koçyiğit, Derviş Zaim, Onur Ünlü, Zeki Ökten, Güler Ökten, Lale Mansur, Erkan Can, Fırat Tanış gibi sinemacılarımızın da ödülleri yer alıyor.

Editörü, Dr. Abdurrahman Çelik

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Kültür ve Turizm Bakanı
Başdanışmanı Dr. Abdurrahman Çelik
Yüz yılı geride bırakan sinemamızın yolculuğu ise kalıcı bir eser olarak sinemaseverlerin istifadesine sunulacak. Dr. Abdurrahman Şen editörlüğünde hazırlanan “Sinemada Bir Asır” kitabında sinemacılarımızın, akademisyenlerin ve sinema yazarlarının değerlendirmeleri yer alıyor. “Sinemada Bir Asır” kitabı, makaleleriyle katkıda bulunan değerli yazarların da katılımıyla 12 Ekim günü AKM’de basın ve kamuoyuna tanıtılacak.

Sinemamızın 100 yılını farklı bir ‘görsellikle’ takip etmek isteyenlerse 12 Ekim’de Akdeniz Üniversitesi’nde açılacak “100 İllüstrasyonla Türkiye Sineması’nın 100. Yılı” sergisini kaçırmamalı. Bu sene 10. yılını kutlayan sinema, müzik ve sanat dergisi Bant Mag. ekibince hazırlanan sergide Hababam Sınıfı’ndan Hakkari’de Bir Mevsim’e, Eşkıya’dan Selvi Boylum Al Yazmalım’a, Kış Uykusu’ndan Vavien’e 100 filmin afişinin illüstrasyon çalışmaları yer alıyor.

Türkiye’nin geleceğinde önemli bir yeri olan illüstrasyon sanatının 20 genç sanatçısının seçtikleri beşer film sahnesini yorumlamalarıyla 100 eserden oluşan bu sergi, geleneksel sinema sanatını farklı ve çarpıcı yaklaşımlarla yorumluyor.

Akdeniz Üniversitesi “100 İllüstrasyonla Türkiye Sineması’nın 100. Yılı” sergisinin yanı sıra, festival boyunca “Kısadan Uzuna” film programı çerçevesinde şimdi ünlü olan yönetmenlerin, ödüllü kısa filmlerinin gösteriminden oluşan bir seçki ile sinema ile ilgili çeşitli panellere de ev sahipliği yapacak.


18 Ekim’e kadar sürecek festival kapsamında 14- 17 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilecek Antalya Film Forum da sinemamızın dünyayla entegrasyonunu kuvvetlendirmek hedefiyle yola çıkıyor. Ortak yapım ve proje geliştirme platformu olan Antalya Film Forum, iki farklı başlık altında toplam 3 film projesine maddi destek de sağlayacak. Forum; Pitching Platformu’nda yer alan 2 projeye 30’ar bin TL, Work in Progress Platformu’nda yer alan bir projeye de 100 bin TL ödül verecek. Forum programında ayrıca her gün ünlü yönetmen ve yapımcıların katılacağı masterclass’lar yapılacak.

Holywood Sineması tam bir yalınlaştırma makinesi gibi çayışıyor

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Filmin afişi.
Hürriyet gazetesinin İnternet sitesindeki haberi görünce, "İşte bu!" dedim. Yıllarca yazdım, yazıyorum ve bundan sonra da yazacağım. Hollywood sineması kurulduğu günden beri tam bir "yalanlaştırma makinesi" gibi çalışıyor. Önce Kızıderililer ve Amerikan soykırım tarihi konusunda yalanlar söyledi. Soğuk Savaş döneminde, istihbarat dünyasının en büyük silahlarından iki argümanı, "enformasyon-dezenformasyon"u sinema sanatına sokarak tam bir jurnalji gibi davrandı. Kimi zaman devraldığı "Haçlı Edebiyatı" dilini kullanarak Batı Avrupa ve Amerika dışında yaşamayan yani "ari ırk"tan olmayan insanları öküz yerine koyduğu bile oldu! 11 Eylül'den sonra ise "Haçlı Edebiyatı" dilini tamamen benimseyerek bütün Müslümanları potansiyel terörist, savaşılacak, inlerinde yok edilecek yaratıklar olarak anlatmaya başladı. En son Dracula Untold filminde tarihi gerçekleri çarpıtan, yalanlaştırıcı, indirgemeci, ötekileştirici, ırkçı ve ayrımcı bir dil kullanarak 21. Yüzyıl için yine Amerika tarafından siyasi söylemin gözde kavramlarına, yani Yeni Dünya Siyaseti'nin politik ilkelerine ters düşen bir filmi dünya seyircisine sunma küstahlığını gösterdi!

İyi de Geceyarısı Ekspresi İngiliz - Amerikan ortak yapımı dediğinizi duyar gibi oluyorum: Evet doğru, İngiltere'nin Güneş Batmayan İmparatorluğu, "Gölgeler İmparatorluğu"na dönüştükten sonra bu ülke kendi yumruğunu değil Amerikan yumruğunu kullandığı için göze batan da anlı şanlı Birleşik Devletler sineması oluyor! 

Bir tür beyin kol işbirliği gibi yani...

İşte o haber
Image may be NSFW.
Clik here to view.
Ümid edelim de bizimkiler Billy Hayes'i
bir kahramana dönüştürmesinler!

Gece Yarısı Ekspresi'nin kahramanı, 
New York’a Türk bayrağı çekecek

Nafiz ALBAYRAK / DHA 27 Ekim 2014

Türkiye’yi dünyaya yanlış tanıtan ‘Gece Yarısı Ekspresi’ filminin gerçek hayattaki kahramanı Billy Hayes, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerinde New York’ta Wall Street’e Türk bayrağı çekecek.

Hayes “Filmde hiç iyi bir Türk göremiyorsunuz. Bana göre bu büyük bir sorundu. Gece Yarısı Ekspresi’ni gören ve asla Türkiye’ye gitmeyiz düşüncesinde olan herkesin, Billy Hayes’in Türk bayrağını göndere çektiğini görmesi filmin yarattığı etkiye denge sağlar. En azından öyle umuyorum” diye konuştu.

TÜRKİYE’nin üzerine yıllar boyu kara bulut gibi çöken ‘Gece Yarısı Ekspresi’ filminin gerçek hayattaki kahramanı Billy Hayes, her yıl New York’ta düzenlenen 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerinin bu yılki programında Türk bayrağını göndere çekecek. 23 yaşındayken İstanbul’dan ABD’ye götürmek istediği 2 kilo haşhaş ile yakalanarak önce ömür boyu sonra da 30 yıl hapse mahkûm edilen, Sağmalcılar ve İmralı’da geçen 5 yıllık hapis hayatından sonra cezaevinden kaçan Billy Hayes, Türk bayrağını göndere çekmekten onur duyacağını belirterek şunları söyledi:

FİLM DOĞRU DEĞİL
Image may be NSFW.
Clik here to view.
Filmden bir sahne.
“Başkonsolos bizi kabul edip gelecek hafta yapılacak bayrak çekme töreni konusunda konuşma inceliğini gösterdi. Wall Street’e Türk bayrağı çekmekten onur duyacağım. Şaka gibi bir yanı var gibi görünse de ben iyileştirici yanını önemsiyorum. Tüm yaşananlardan sonra Billy Hayes ve Türkiye yeniden bir araya gelirse, dost olurlarsa, herkese, dünyaya yarar sağlayacak. Benim için de kesinlikle doğru olan bu. İstanbul'u her zaman seviyorum, Türkler ile çok iyi anlaşıyorum.Sonra bu film ortaya çıktı. Ama filmden önce çıkan kitabımda, kızgınlığımın Türkiye'ye ya da insanlarına değil, hapishanede olmaya yönelik olduğunu anlattım. Ama film tersini yaptı, hepimizin üzerine büyük bir yük bindirdi, özellikle Türkiye’ye... 

Şimdi bu dengeleri yeniden kurmak için ortaya bir şans çıktı. Amacım bilmeyen insanlara, Gece Yarısı Ekspresi filminin, Türkiye, Türkler ya da İstanbul olmadığının, çok farklı olduğunun farkına vardırmak. Bu fırsatla bunu yapabilmeyi umuyorum. Film çok güçlü bir medya organı ve Gece Yarısı Ekspresi filmi de sinematografik olarak çok iyi yapıldı. İyi yapılmamış olsa zaten uzun süre önce unutulmuş olurdu. Alan Parker çok zeki bir yönetmen, Oliver Stone müthiş bir senaryo yazarı, oyuncular Brad Davis, John Hurt harika bir iş çıkardılar. Ama filmde hiç iyi bir Türk göremiyorsunuz. Bana göre bu büyük bir sorundu. Çünkü Gece Yarısı Ekspresi filmini gören herkes ‘İstanbul’a, Türkiye’ye kesinlikle gitmeyiz. Korkunç bir yer, çok kötü insanlar’ düşüncesine kapıldı. Ama bunu adım adım değiştirebiliriz, Billy Hayes’in Türk bayrağını göndere çekmesi gibi sembolik jestlerle örneğin. Gece Yarısı Ekspresi’ni gören ve asla Türkiye’ye gitmeyiz düşüncesinde olan herkesin, Billy Hayes’in Türk bayrağını göndere çektiğini görmesi filmin yarattığı etkiye denge sağlar. En azından öyle umuyorum. İnsanlar Türkiye’ye, İstanbul’a gidip geri döndüklerinde İstanbul’a âşık oldum, Gece Yarısı Ekspresi filmi doğru değil diyecekler. Evet, film doğru değil, Türkiye hakkında söylediği birçok şey doğru değil. Hapishane güzel bir yer değil, tıpkı hemen şurada Rikers Adası’nda olmadığı gibi, hiçbir yerde olmadığı gibi. Ama Türkiye harika bir yer ve yeniden gidebilmeyi umuyorum.”

Midnight Express
İngiliz-Amerika ortak yapımı olan, 1978 çıkışlı ‘Gece Yarısı Ekspresi’, 1970’te Türkiye’de tutuklanıp hapse atılan Billy Hayes’in gerçek öyküsünden yola çıkılarak yazılmış bir hikâyeyi anlatıyor. Filmde, Amerikalı genç bir turist olan Hayes, sevgilisi Susan ile birlikte Türkiye’de tatildedir. Hayes tatil dönüşü ülkesine 2 kilogram haşhaş götürmeye teşebbüs eder. Vücuduna gibi yerleştirdiği küçük paketler halindeki uyuşturucu, uçağa binmek üzereyken yapılan ani bir güvenlik aramasıyla polisler tarafından bulunur ve İstanbul Sağmalcılar Cezaevi’nde işkence ve kötü davranışlara tabi olacağı süreç başlar. Film, Türkiye’yi yanlış tanıttığı gerekçesiyle uzun yıllar tartışma konusu olmuştu.


HABERİN LİNKİ


Gece Yarısı Ekspresi'nin uluslararası künyesi

Altın Portakal Haberde Birinci

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Ajans Press, Türkiye’de yapılan film festivallerinin haber olma sayılarına dayalı istatistikleri yayınladı. İstatistike göre, 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali, açık ara birinci oldu.



FİLM FESTİVALLERİ HAKKINDA 
YAYINLANAN  HABER SAYILARI*

1
Antalya Altın Portakal   
5.066
2
Adana Altın Koza            
2.702
3
İstanbul Film Festivali   
2.314
4
Filmekimi
    366
5
Malatya Film Festivali
    258
6
Gezici Festival  
   184
7
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ö.         
   176
8
Uluslararası İşçi Filmleri Festivali              
   170
9
Ankara Uluslararası Film Festivali            
   161
10
Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Festivali 
   140



*Veriler 23 Ekim 2013- 24 Ekim 2014 tarihleri arası, Ajans Press’in takibini yaptığı 3000 civarı Ulusal Bölgesel ve Yerel yayından derlenmiştir.



Daha Fazla bilgi için;  AJANS PRESS / Burcu Çevikbaş (212) 370 1123 / burcu.cevikbas@ajanspress.com.tr

34. İstanbul Film Festivali Başvuruları Bekliyor


İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 34. İstanbul Film Festivali, 4-19 Nisan 2015 tarihlerinde gerçekleştirilecek. 11’inci kez Akbank sponsorluğunda yapılacak İstanbul Film Festivali’ne Türkiye’den katılacak filmler için son başvuru tarihi 30 Ocak 2015. Bu yıl 11’inci kez Akbank sponsorluğunda yapılacak İstanbul Film Festivali’nin 34’üncüsü için başvurular başlıyor. Türkiye’den katılacak filmler için başvurular Ocak ayı sonuna kadar sürecek. 30 Ocak 2015 Cuma akşamına kadar yapılacak başvurular arasından belirlenecek filmler, “Altın Lale Ulusal Yarışma”, “Yarışma Dışı”, “Yeni Türkiye Sineması” ve “Belgeseller” bölümlerinde gösterilmek üzere değerlendirilecek. Başvurular arasından belirlenecek filmler 34. İstanbul Film Festivali Altın Lale Ulusal Yarışma’ya katılma hakkı kazanacak. Ulusal Yarışma’da yer alacak filmlere jüri tarafından Altın Lale En İyi Film, Altın Lale En İyi Yönetmen, Jüri Özel Ödülü, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu ve En İyi Özgün Müzik dallarında ödüller verilecek. 


ÖDÜLLER: YEDİ DALLI ORKİDE GİBİ 
Ulusal Yarışma filmlerinden jürinin seçeceği En İyi Film’e 150.000 TL, En İyi Yönetmen’e ise 50.000 TL ödül verilecek. En iyi ikinci filme ise Onat Kutlar anısına Jüri Özel Ödülü verilecek. En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu ödülleri 10.000'er TL olacak. İstanbul Film Festivali Altın Lale Ulusal Yarışması’nda jüri ayrıca, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu ve En İyi Özgün Müzik dallarında da ödül verecek.

CMYLMZ'DAN 30 BİN8 LİRA
Genç yaşta kaybettiğimiz yönetmen, senarist ve yapımcı Seyfi Teoman anısına bu yıl üçüncü kez Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü verilecek. Festivalde gösterilen Türkiye yapımı tüm kurmaca ilk filmler arasından En İyi İlk Film Ödülü’nü kazanan filmin yönetmenine CMYLMZ Fikirsanat aracılığı ile 30.000 TL para ödülü verilecek. Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü geçen yıl, Yeni Türkiye Sineması bölümünde gösterilen, Görkem Şarkan’ın yönettiği Nergis Hanım filmine verilmişti.

34. İstanbul Film Festivali’ne uzun metrajlı kurmaca filmlerin yanı sıra belgesel ve animasyon filmlerle de başvurulabiliyor. Festival yönetmeliği ve online başvuru süreciyle ilgili ayrıntılar www.film.iksv.org adresinde yer alıyor.

34. İstanbul Film Festivali’ne online başvuruların yapılabileceği son tarih, 30 Ocak 2015 Cuma.

Sosyal medyada İstanbul Film Festivali’ni takip etmek için: 

istfilmfest.tumblr.com
facebook.com/istanbulfilmfestivali





Boğaziçi Film Festivali ödül gecesiyle sona erdi

Uluslararası Boğaziçi Sinema Derneği ve İstanbul Medya Akademisi tarafındanikincisi düzenlenen II. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali, 28 Kasım Cuma akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen ödül töreniyle sona erdi. Sunuculuğunu Ebru Akel’in üstlendiği II. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali Ödül leri şöyle paylaştırıldı.
En İyi Ulusal Kısa Kurmaca Film - ADEM BAŞARAN - Orhan İnce
En İyi Ulusal Kısa Belgesel Film - CİBİK - Turgay Kural
UBSD Yapım Destek Fonu En İyi Kısa Film - EN UZUN YOL - Enes Ateş
En İyi Uluslararası Kısa Kurmaca Film - THE CHICKEN - Una Gunjak
En İyi Uluslararası Kısa Belgesel Film - I EXIST! – Ahmed Abdelnaser
En İyi Göru¨ntu¨ Yönetmeni - CATHEDRALS - Eva Katherina Bühler
En İyi Senaryo - THE CHICKEN - Una Gunjak
En İyi Kurgu Yönetmeni - I EXIST! – Ahmed Abdelnaser
En İyi Erkek Oyuncu - ÖĞRETMEN - Fatih Sönmez
En İyi Kadın Oyuncu - INVISIBLE SPACES – Nino Shengelaia
En İyi Çocuk Oyuncu - THE CHICKEN - Iman Alibalic
Jüri Özel Ödülü - BALCONY – Lendita Zeqiraj
Jüri Özel Ödülü - OUR WEAPON IS OUR TONGUE – Cristian Cartier
İzleyici Ödülü - İRME - Mert Gökalp
İBB Özel Ödülü - ÇIRAKSIZ USTALAR

Dünya ve Türk sinemasının önemli isimleri jüride buluştu

Jüri Coşkun Çokyiğit, Omar Metwally, Kristina Krepela, Amy Fox, Mick Casale, Carol Dysinger, Prakash Sharma, Tarık Tufan, Bora Gökşingöl, Cihan Aktaş, İlksen Başarır, Hamit Aydın, Ferhat Aslan, Abdurrahman Öner ve Semir Arslanyürek’ten oluştu.

Büyük Ödül Jürisi ise Altın Küre Başkan Yardımcısı Lorenzo Soria, Belçim Bilgin, Oscar’a aday kısa filmi Buzkashi Boys filminin yönetmeni Sam French, ödüllü yapımcı yönetmen Yasmine Golchan ve Oscar ödüllü, Oscar’a aday gösterilmiş olan birçok ismin koçluğunu yapan Ivana Chubbuck’tan oluştu.

Özel tasarım ödül

Bu yıl verilen ödüller festivalin simgesi olan yunusun özel bir tasarımla hazırlandı. Kuyumculuk sektörünün önemli ismi Atasay tarafından hazırlanan ödüller, büyük ilgi çekti.

Ayrıca, jüri üyelerine Türkiye’nin simgelerinden biri olan özel el yapımı orijinal Türk çini hediyeler verildi. El yapımı hediyeler, dünya çapında kendi yaptığı çinilerle adını duyuran İsmail Yiğit tarafından yarışmaya özel olarak hazırlandı.

14 Kasım’da başlayan 2. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nde Atlas Büyük Salon, Cine Majestik Sinemaları, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, Tophane-i Amire ve Bağlarbaşı Kültür ve Kongre Merkezi'nde katılımın ücretsiz olduğu etkinliklere ulusal ve uluslararası birçok önemli isim katıldı.

Aynı zamanda, Türkiye - Polonyo diplomatik ilişkilerin başlamasının 600’üncüyılı çerçevesinde “Onur Konuğu Ülke: Polonya” olarak çeşitli film gösterimler ve programlar yapıldı.

Yakın coğrafyamızın filmleri “Asya'nın Renkleri” başlığı altında toplanarak, ana akım sinemanın örnekleri “Gişe Filmleri” başlığı altında gösterimi yapıldı.

“Bir Portre: Derviş Zaim” başlığı altında da Derviş Zaim'in bütün filmlerinin gösterimi gerçekleştirildi.

Festival kapsamında, ayrıca, Türkiye sinemasının yaşayan ikonu Cahide Sonku anısına yapılan ve Zeynep Farah Abdullah’ın rol aldığı “100-5=CAHİDE” video performansı büyük ilgi gördü.

Brad Pitt, Halle Berry, Eva Mendes, Kate Bosworth, Jim Carrey, Jessica Alba, Jessica Biel, Amy Smart, Beyoncé gibi ünlülerin koçluğunu yapan Ivana Chubbuck, aralarında Belçim Bilgin, Cansu Tosun, Omar Metwally, Aynur Aydın, Şükrü Özyıldız gibi profesyonel oyunculara 2 günlük masterclass eğitimi verdi.

Osmanlıca: Arif Olan Anlar!

Image may be NSFW.
Clik here to view.
İlkokul öncesi mahalle mektebine gittim, o zaman "eski Türkçe" denirdi, öğrendim. 7 yaşımda çat pat  "eski Türkçe" ilmihal okuyabiliyordum. Sonra Latin alfabesi öğrendim, anacığıma da öğrettim. Çünkü o da "eski Türkçe" okuyabiliyordu!

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyet Tarihi bölümünde eski metinleri inceledim ve "Diplomatik" dersi aldım. Bunların tamamı Arap 'elifbâ'sı ile yazılı  "eski Türkçe" (Osmanlıca da diyorlar) matbu veya hat (el yazısı) metinlerdi. Hatta o kadar derinleşmeye başladık ki, "siyakat"ı bile çat pat sökebiliyorduk.

Fermanlardaki elkâp ve formüller, takvim, tarihlendirme gibi kendine has unsurlar içeren çok katmanlı zaman zaman karmaşık olduğu duygusu veren, karamsarlık yaratan bir süreçti...

Çoğu arkadaşım, üniversiteye gelene kadar hiç karşılaşmadıkları bu eski metinlerden, Osmanlı Diplomatiği ve Peleoğrafyası dersinden nefret ediyordu!

Çok çaba gerektirdiği gibi asla peşini bırakmamalıydınız! Aksi takdirde kazandıklarınızı hemen kaybedebiliyordunuz.

Geçerlerde Üsküdar Ahmediye Meydanından yukarı doğru yürürken tamir edilmiş ve yazısı yaldızla boyanmış bir çeşme kitabesi önünde on dakika kadar durdum. Hat'ı çat pat sökerken aklıma düştü: Yâhu ben bunu sular seller gibi okumalıydım ama 30 yıl boyunca hiç pratik yapmadığımdan hızlı okuma alışkanlığım uçup gitmiş!

Uçup gider ve siz bir mezar taşı, çeşme, cami veya vakfiye kitabesi önünde 35-35 yıl önceki halinizle kalabilirsiniz!
 
Şimdi yeniden pratik yapma zamanı:)
 
 
 

2014'E ŞAHİT OLDUĞUM İÇİN AZAP DUYUYORUM

Üstün zekâlı gruplar tarafından yaratılan sosyal medya mecraları, maalesef irademizi zincir koyma aşamasının en uç noktasına geldi. Facebook bir kalıp hazırlamış. İnsanlar, 2014 benim için harika bir yıldı, parçası olduğum için gurur duyuyorum vs. gibi bir şeyler yazıyor ve paylaşıyor. Masum yeni yıl kutlaması gibi görünen bu kalıp, yazanda-paylaşanda bir anlık mutluluk duygusu, hayır diyelim hayır olsun gerekçesi uyandırıyor ve 2014’ün onun için iyi geçtiği sanısı yaratıyor! Takip ettiğim ve beni takip eden pek çok arkadaşımın sayfasında bu gönderiyi okudum. Şaşırdım.

Sevgili arkadaşlar yapmayın, etmeyin. İnsafa ve izana davet ediyorum sizleri…
2014'ün nesi "Harika"? Ben böyle bir yıla şahit olmaktan azap duyuyorum...
-Irak'ta ölümler sürdü,
-Doğu Türkistan kan ağlıyor,
-İç savaş yüzünden milyon Suriyeli, İstanbul ve Anadolu sokaklarında sürüngen hayatı yaşıyor.
-Hollywood Türk ve Müslümanlara Haçlı Edebiyatı ağzıyla küfürnâmeler çekti.  Sinefiller ve “Sinemada babamın ölümü gösterilse bile seyrederim!” diyen nâdânlar bu filmleri ve dizileri zevkle seyretti…
-Türkiye'nin iç barışı ve dirliğini bozmak için fesat planları yapanlar artık kendileri ve niyetlerin gizleme ihtiyacı dahi duymaz oldu.
-Yüz binlerce aile yoksulluk sınırı altında sadece somun yiyerek yaşıyor.
-Milyonlarca insanımız işsiz.
-Her gün üç-beş kadın öldürülüyor.
-Genel asayiş tehlikede.
-İnsanlar ümitlerini yitirmek üzere…
Vb.
Vb.
HALA 2014 HARİKA BİR YILDI DİYEBİLİYOR MUSUNUZ?

Russell Crow, Olga Kurylenko, Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz'lı Son Umut (The Water Diviner) filmini mutlaka seyredin!

Image may be NSFW.
Clik here to view.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Son Umut (The Water Diviner) filmi hakkında sadece ama sadece övgüler düzmek istiyorum. Filmi basın gösteriminde, baştan sona kadar “İçimi acıtacak bir sahne, bir diyalog veya bir imalı görüntü çıkacak mı?” diye diken üzerinde oturarak izledim. Ama çıkmadı. “The End” yazısını gördüğümde içimde “Bu film, gerçekten ‘ahlaklı’ bir yönetmenin elinden çıkma. Basın konferansında bunu kendisine söylemeli ve tebrik etmeliyim!” fikri uyandı. Sonuç olarak öyle de oldu. Russell Crowe yanında Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Olga Kurylenko olduğu halde karşımıza oturduğunda bayağı heyecanlı olduğunu fark ettim. Ben de heyecanlıydım. Çünkü aynı zamanda ona rahmetli Ergun Göze’nin yazdığı, Çanakkale Savaşlarını birkaç perspektiften ele alan ve Türçe-İngilizce metinli Kuğunu Son Ötüşü kitabını hediye etmeyi düşünüyordum. Türk PR yetkilileri kitabı yardımcısına veya korumalarına vermem gerektiğini söyleseler de Crowe ona hitap etmemden sonra kitabı bizzat almayı tercih etti. Mütevazı ve sıcakkanlıydı...

Russell Crow’a içimden gelerek, “Ahlaklı bir film yaptığınız için sizi tebrik ediyorum!” demiş olmak benim için adeta bir görevdi. Çünkü çok uzun yıllardan beri Türkler ve mensup olduğum din ile ilgili iç açıcı filmler yapılmıyordu. Bu bağlamda Son Umut, umutlarımızın tükendi bir anda içimizi ferahlatan bir damla su oldu.

HİKÂYESİ
Avusturalyalı bir çiftçi olan Connor (Russell Crow), üç oğlunu Çanakkale Savaşı'na göndermiştir. Çanakkale Savaşı'nın ardından Türkiye'ye gelen Connor'ın tek hedefi uzun süredir haber alamadığı oğullarının izini bulabilmektir. Connor'ın İstanbul'da başlayıp Çanakkale'ye ve oradan da ülkenin çeşitli yerlerine uzanan bu arayış yolculuğunda en büyük destekçileri Türk subayları Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve Cemal (Cem Yılmaz) olacaktır. Connor İstanbul’da tanıştığı Ayşe (Olga Kurylenko) ile de duygusal bir ilişki yaşayacaktır…

Yönetmenliğini Russell Crowe’un yaptığı filmin senaryosu ise Andrew Anastasios ve Andrew Knight ait. Senaristlerden Anastasios, Çanakkale savaşları sonrası defin işlerinde çalışan Yüzbaşı Cyril Hughes’un bir mektubunda gördüğü “Yaşlı bir adam oğlunun mezarını aramak için Avusturalya’dan buralara kadar geldi” cümlesinden yola çıkarak hikâyeyi kendi açılarından gerçek bir vakaya dayandırıyor. Bu, Connr’ın hikâyesi bağlamında önemli. Çünkü İngiliz hâkimiyetinde iken bilâ-mecbur askere alınan çiftçi çocukları ANZAC (Avustralya-New Zealand-Army-Corporation) adı altında Osmanlı’nın ümüğünü sıkmak üzere dünyanın bir diğer ucuna ölüme gönderilmişlerdi… Bizim açımızdan ise onlar, savaş vakti “Kimi yamyam, kimi hinde, kimi bilmem ne belâ” mesabesindeydiler. İşte Russell Crowe, bu açıdan, her yıl sadakatle gerçekleştirilen Şafak Ayini törenlerine rağmen Türk insanının bugüne kadar kuramadığı empatiyi de yaratabilecek bir atmosfer kurmuş. Bu bağlamda onu bir kere daha tebrik etmek gerek.

Filmdeki oyuncular için bir iki söz etmem gerekirse, Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ın Oscar ödüllü bir oyuncu ile aynı çerçeveye girmeleri ve uluslararası piyasada görünecek olmaları Türk Sineması’nın kuruluşunun 100. Yıldönümü olduğu da hatırlanırsa gerçekten sevindirici. Bu bakımdan da Russell Crowe’a teşekkür etmeliyiz. Belki de bu el sıkışma, Türk sinemasının 101. Yılından itibaren dünya sineması olma yoluna itebilir…


Son sözüm: Bu filmi mutlaka seyredin. Ailenizle, arkadaşlarınızla, eşinizle, dostunuzla... Ama mutlaka izleyin!

FACEBOOK ÖZÜR DİLEMİŞ MİŞ...

Image may be NSFW.
Clik here to view.

Fecebook, Hürriyet gazetesinin haberine göre, özür dilemiş. Hani şu, kimsenin haberi olmadan, "Harika bir yıldı" muhabbetiyle insanlara dünyanın gerçeğini unutturmaya çalışıyordu ya, işte onun için... 
http://www.hurriyet.com.tr/teknoloji/27857443.asp

Hürriyet tabii kendi ülkesinde olup bitenlerden, yazılıp çizilenlerden bîhaber olduğu, bendenizin veya başka bir Türk yazarına bloguna bakmayı akıl etmediği için tercümecilik ekolünü devam ettiriyor. Hürriyet gazetesinin haberinin fotoğrafını çektim ve buraya koyuyorum. Bir da bendenizin yazdığı reddiyeyi tekrar veriyorum ki, iki şey ortaya çıksın!

BİR: Bizim kimsenin itmesine, dürtmesine ihtiyacımız yoktur. Allah'a şükür ki, kapitalist medyanın şu veya bu dolduruşundan etkilenecek kadar hamakat içinde değiliz. Washington Post haber yapmadan da Facebook'un ne haltlar yediğini, yiyeceğini idrak edecek kadar çağımızı müdrikiz.

İKİ: Hürriyet ve diğer Türk gazeteleri, tercüme ve aktarma haberciliği, batılıların biz hata yapar biz düzeltiriz oyununa alet olmayı bırakıp gözünün önünde olup bitenlere dikkat etmeli ki değer bulsunlar... 

26 ARALIK 2014 CUMA GÜNKÜ YAZIMDA DEMİŞTİM Kİ!

2014'E ŞAHİT OLDUĞUM 
İÇİN AZAP DUYUYORUM

Üstün zekâlı gruplar tarafından yaratılan sosyal medya mecraları, maalesef irademizi zincir koyma aşamasının en uç noktasına geldi. Facebook bir kalıp hazırlamış. İnsanlar, 2014 benim için harika bir yıldı, parçası olduğum için gurur duyuyorum vs. gibi bir şeyler yazıyor ve paylaşıyor. Masum yeni yıl kutlaması gibi görünen bu kalıp, yazanda-paylaşanda bir anlık mutluluk duygusu, hayır diyelim hayır olsun gerekçesi uyandırıyor ve 2014’ün onun için iyi geçtiği sanısı yaratıyor! Takip ettiğim ve beni takip eden pek çok arkadaşımın sayfasında bu gönderiyi okudum. Şaşırdım.

Sevgili arkadaşlar yapmayın, etmeyin. İnsafa ve izana davet ediyorum sizleri…
2014'ün nesi "Harika"? Ben böyle bir yıla şahit olmaktan azap duyuyorum...
-Irak'ta ölümler sürdü,
-Doğu Türkistan kan ağlıyor,
-İç savaş yüzünden milyon Suriyeli, İstanbul ve Anadolu sokaklarında sürüngen hayatı yaşıyor.
-Hollywood Türk ve Müslümanlara Haçlı Edebiyatı ağzıyla küfürnâmeler çekti.  Sinefiller ve “Sinemada babamın ölümü gösterilse bile seyrederim!” diyen nâdânlar bu filmleri ve dizileri zevkle seyretti…
-Türkiye'nin iç barışı ve dirliğini bozmak için fesat planları yapanlar artık kendileri ve niyetlerin gizleme ihtiyacı dahi duymaz oldu.
-Yüz binlerce aile yoksulluk sınırı altında sadece somun yiyerek yaşıyor.
-Milyonlarca insanımız işsiz.
-Her gün üç-beş kadın öldürülüyor.
-Genel asayiş tehlikede.
-İnsanlar ümitlerini yitirmek üzere…
Vb.
Vb.

HALA 2014 HARİKA BİR YILDI DİYEBİLİYOR MUSUNUZ?


Viewing all 176 articles
Browse latest View live